Yaşar Kemal, güney sınırındaki kaçakçılığı konu aldığı dizi röportajını hazırlamak için üç aydan fazla bir süre kaçakçılar arasında, bir kaçakçı gibi yaşamıştı.
"Kaçakçılar arasında 25 gün" başlığıyla yayımlanan bu röportaj, Kemal'in geçtiğimiz yıl Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan "Röportaj Yazarlığında 60 Yıl" başlıklı kitabında da yer aldı.
"Şimdi bir geceyi anımsıyorum, kilometrelerce bir kayalık yolu aşarak, sırtımda ağzına kadar doldurulmuş bir çuvalla canım çıkarak, korkarak, ödüm kaparak, kaçakçılarla sırtımızdaki çuvalları taş yığınlarına saklayışımızı... anımsıyorum."
Yıldız, Anadolu insanının sonu gelmez yoksulluğunu, ezilişini ve bunlara rağmen kaybetmediği umudunu anlatıyor. O yılların yasadışı sınır kaçakçılığı olgusu, Şahan’ın şahsında dile getiriliyor. Karanlık gecenin en kör noktasında mayın tarlasında ilerlemeye çalışan Şahan’ın trajedisi, kahreden yoksulluğun, çaresizliğin sessiz ağıtlara dönüşen hikâyesini çevreliyor.
Tam beş gündür, sabahtan akşama kadar, bu kahvede oturuyorum. Kahvenin iki yanı açık, yani camlı. Camlar alabildiğine kirli ve tozlu. Bereket versin yaz da camları açmışlar. Yoksa içeri zerrece ışık girmez. Ayak ayak üstüne atıp nargile içiyorum. Bu kahve, Antebin buğday arastasındadır. Hamallar üstlerinde ağır yükleri, yüklerin altında iki büklüm... İnce, altın bir toz bulutu güneşin altında süzülüp duruyor. Buğday eleyenler, köz gibi toprağa oturup, ha bire buğday eleyen adamlar. Her taraflarından ter fışkırmış, ter kuruyup, elbiselerinde ak bir tuz tabakası bırakmış, nargile içip boyuna seyrediyorum. Artık kahveciyle, garsonla ahbap olduk. Garson bana bir de ad taktı. Ne bildi öyle bir ada ihtiyacım olduğunu.
“Buyur Hasan Ağa! Hoş geldin Hasan Ağa! Merhaba Hasan Ağa!..”
“Merhaba,” diyorum, “merhaba.”
Derhal acı kahve geliyor, sonra da nargile.
Antebin her kahvesinde, fincanın dibinde, bir yudumluk, acı, çok acı bir kahve getirirler. Bu kahve bedavadır. Her müşteri, kahve, çay, içeceği neyse, içmeden önce bu kahveden içer. İçmeyenini de hiç görmedim.
Bir garson daima semaver biçimi pirinç bir kabın içinde fincanlarını şakırdatarak bunu dolaştırır. Her yeni gelene de bundan bir fincan sunar.
Canım sıkılıyor. Otur, otur, otur... Ucu yok, arkası yok. Halbuki biz kaçakçı olmaya gelmişiz buraya. Kaçakçı nerede? Kaçakçılar nerede?
Bekleyelim, diyorum. Nasıl olsa bir gün biri çıkar da, “Nerelisin? Ne iş görürsün?” diye sorar. Bekleyelim bakalım, devran ne gösterecek?
Önüme gelen adamın yakasına sarılıp, “Beri bak ağam, ben kaçakçı Adanalı Hasanım. Seninle iş yapmak istiyorum. Ortak olmak istiyorum. Olur musun?” diyemem ya. Meğer desem de olurmuş.
Bunu neden sonra kaçakçıların içine girip, kaçakçı olduktan sonra öğrendim. Neden sonra öğrendim ki, bu kahvede oturanların yarısı, öbür kahvede oturanların tümü ve bu Antep şehrinin yüzde otuzu kaçakçıymış. Bu yüzde otuz, tarafımdan şişirilmiş değildir. Öyle bir şeyi kabul edemem. Bizler kaçakçı milletiyiz. Yalan bizden ırak olsun.
Sokakta, kahvede, şöyle gözümün kestiği bir adamın önüne geçip:
“Merhaba agoşum. Nasılsın agoşum? Ben garip bir kaçakçıyım.
Mal almaya, Suriyeden mal, ipekli getirmeye geldim Antebe. Eskiden işlerim iyi idi. Şimdi çok kötü. Mallarım tutuldu, mapsanelik olduk agoşum. Elinden bir gelir var mı benim için? Allah düşürmesin. Zamanında biz de kaçakçıydık namlı şanlı... Düşmez kalkmaz bir Allah... Ne dersin agoşum? Ha, ne dersin bu işe? Ben garip bir kaçakçıyım.
Kaçakçı Adanalı Hasan. Bana bir iyilik yapabilir misin?” demeli imişim.
Olurmuş.
Her işin bir acemiliği var. Boşuna beklemişiz kahve köşelerini. Boşuna çekmişiz bunca nargileyi...
İşte bir gün istediğim oldu. Kahveye girdim ki, bütün masalar dolu... Yalnız, bir masada bir tek kişi oturuyor. Sararmış yüzlü, düşük bıyıklı bir adam. Garson beni o masaya buyur etti. Vardım oturdum.
“Merhaba Hasan Ağam.”
“Merhaba gardaş.”
Acı kahve, sonra da nargilem bana sorulmadan getiriliyor. Ayak ayak üstüne atıyorum. Kaçakçı değil miyiz be kardaşım! Namlı kaçakçı Adanalı Hasan! Garson da sezmiş bu halimi. Öyle sanıyorum ki, ben onun gözünde büyücek bir kaçakçıyım. Adı bulduk. Var ol garson! Şimdi bir atla üç nala kaldı iş. Karşımdaki sarkık bıyıklı, yorgun adam bana bir sigara sarıp ikram ediyor. Bakışıyoruz. Sonra adam soruyor:
“Ne iş uçun ağam? Nerelisin?”
“Adanalıyım,” diyorum. “Ufak tefek ticaret.”
“Yani neler?” diyor.
“Ufak tefek... Yani anlayacağın.”
“Çekinme gardaş,” diyor. “Biz de o yolun yolcusuyuz.”
“Çok kazadan, beladan kaldık da,” diyorum. “Çok beladan...”
“İpekli mi?” diyor.
“Bulabilir miyiz?”
“Çok,” diyor, “ararsan çok.”
Artık açılabilirim. Talihin yaver olsun kaçakçı Hasan! Buldun aradığını.
“Ben de kaçakçıyım da,” diyor, “kör olası yokluk. Yokluk belimi büken... Şimdi yapamıyorum. Sermiyem yok agoşum. Sermiyem yok.”
Ben anlatıyorum:
“Heye gardaş,” diyorum, “adamlarım vardı... Beş, on, on beş gişi... Suriyeden ceket getirirlerdi. Ben de okuturdum Adanada...”
Birden:
“Geçmiş olsun,” diyor. “Geçmiş olsun. Ben de bundan sonra yükçülük edemem. Yanımda çalıştırdığım adamın yükünü taşıyamam. Ben bunu yapamam. Ben sermiyeder idim esgiden. Benim yükçülerim adam oldular. Milyon sahibi oldular. Ben gapılarında çalışamam yükçülerimin. Acımdan ölür gene çalışamam. Geçmiş olsun.”
Anlayışlı adam vesselam karşımdaki.
“Sonra, gardaş,” diyorum, “düştük içeri... Tutulmayan mallarımı da arkadaşlarım yedi. Halbuki ben onlara gardaş gibi bakardım. Yediler mallarımı. Ben senede iki, üç bin ceket sarf ederdim.”
“Geçmiş olsun,” diyor.
Hep ben konuşuyorum. O, öylecene dinliyor. Ah bir konuşmaya başlasa. Konuşmuyor.
“Ben Af Kanuniylen çıkınca Adana Mahpusanesinden, izimi yitirdim. Şimdi de Antebe geldim. Allah ne gösterecek bakalım.”
“Geçmiş olsun.”
Hep geçmiş olsun. Alay mı ediyor acep? Sanmam... Bana hayran, bana acıyan bir hali var.
“Geçmiş olsun gardaş,” diyor. “Gene kazanırsın.”
“Seninle,” diyorum, “bir iş yapamaz mıyız?”
“Benim,” diyor, “sermiyem yok. Ne zort atayım gardaş? Eskiden Suriyeye gider gelirdim. Sorma benim halimi. Ben zort atamam gardaş. Sermiyem yok.”
Bu arada dışardan saçları dökülmüş, kısa boylu birisi geliyor. Daha oturmadan yanımdakine:
“Dört çakmak, bir iki entarilik satabildim,” diyor. “Mallar Kilisten daha gelmedi. Gidip getireceğiz.”
Saçları dökülmüş adam bana dönüp:
“Merhaba,” diyor. “Nasılsın?”
“Merhaba, sağ ol,” diyorum.
“Gördün ya,” diyor. “Meydanı Ekbezde beni nasıl indirdiler trenden.”
Şöyle bir yokluyorum kendimi. Meydanı Ekbez... Bir ak torba... Arap kıyafetli bir adam... Suriyeli gümrükçüler tarafından trenden indiriliyor.
“O, sen miydin?” diyorum. “Nasıl oldu da saklayamadın?”