İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL

İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL

24/05/2025

“Servet temin edilir; kaybolan kitap bulunmaz.”

Son devir Osmanlı devlet adamları, şairleri, mûsikişinasları ve hattatları üzerine biyografileri ve tarih bilgisiyle tanınmış âlim İbnülemin Mahmud Kemal’i, vefatının sene-i devriyesinde rahmet ve saygıyla anıyoruz. 

Ekrem ERDEM
Genel Başkan

İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL (1871-1957)

17 Kasım 1871’de İstanbul’da Beyazıt’ta Mercan Ağa mahallesinde doğdu. Babası, Sadrazam Yûsuf Kâmil Paşa’nın yirmi yedi yıl mühürdarlığını yapmış, Rumeli beylerbeyiliği pâyeli Mehmed Emin Paşa, annesi, dinî ve ahlâkî terbiyesinde çok şey borçlu olduğu Hamîde Nergis Hanım’dır. Babası, Hz. Hüseyin soyundan gelmekle “seyyid” unvanı ile tanındığı gibi İbnülemin ve kardeşi Ahmed Tevfik de gerektikçe bu unvanı kullanmışlardır. Ailenin bir kolu, yine baba tarafından Buhara emîrlerinden olup çok eski bir zamanda Anadolu’ya göç ederek Arapkir’de yerleşmiş Selcenlioğulları’na çıkar. Öte yandan babasının anne soyunca da Arapkir’de Gökbeylioğlu ailesinden Yûsuf Kâmil Paşa ile akrabadırlar. İbnülemin’de Yûsuf Kâmil Paşa’ya olan derin bağlılık kökünü bir cihetten özellikle buradan alır.

Çocukluk yıllarının çok zamanını Yûsuf Kâmil Paşa’nın eşi Zeynep Kâmil Hanım’ın konağında geçiren İbnülemin, kendinden iki yaş küçük kardeşi Ahmed Tevfik ile birlikte ilk resmî eğitimine Mercan Ağa Sıbyan Mektebi’nde başladı. Süleymaniye Camii İmareti’ndeki Şehzade Rüşdiyesi’nden 6 Haziran 1885’te mezun oldu. Babası Kozan mutasarrıflığına tayin edilince (9 Haziran 1885) ailece gidip orada bir buçuk yıl kadar kaldılar. İstanbul’a döndüklerinde Maarif Nâzırı Münif Paşa’nın yardımı ile Mekteb-i Mülkiyye’nin yatılı kısmına kaydoldu. Buradaki öğrenimini bitirmeden ayrılıp dinleyici sıfatıyla Mekteb-i Hukuk’un derslerine devam etti. İki kardeşin beraber sürdürdüğü bu resmî öğrenim dışında asıl eğitimleri küçük yaştan itibaren babalarının ihtimamı altında başlamış, daha sonra da konaklarına gelen hocalardan ve devrin tanınmış ulemâsından gördükleri cami dersleriyle devam etmiştir. Konağa gelen hocaların en ünlüleri arasında, oğlu Mehmed Âkif ile birlikte eğitim gördükleri Fâtih müderrislerinden İpekli Mehmed Tâhir Efendi de vardı. İbnülemin ve kardeşi ayrıca Trabzonlu Hoca Hüsnü Efendi’den tefsir, Ṣaḥîḥ-i Buḫârî ve Fars edebiyatı okudular. Ünlü hattat Hasan Tahsin Efendi’den hüsn-i hat meşkederek icâzet aldılar. Kozan’da bulundukları sırada Süleymaniyeli Fânî Efendi’den Arap ve Fars edebiyatına dair yeni bilgiler kazanırken reji müdürü Leon Efendi ve diğer bir gayri müslimden Fransızca’larını ilerlettiler. Bu arada mutasarrıflık tahrirat kalemine devam ederek resmî muâmelât usullerini ve kalem işlerini öğrendiler.

Babaları Mehmed Emin Paşa, 1887 Eylülünde vazifesi elinden alınıp döndüğü İstanbul’da mâzuliyet yıllarını geçirmekte iken İbnülemin, 17 Kasım 1889’da Bâbıâli’nin gözde dairelerinden Vilâyât-ı Mümtâze Kalemi’ne stajyer olarak girdi. Bu tarihten itibaren Bâbıâli’nin ilga edilişine kadar otuz üç sene aralıksız sürecek olan bürokrasi hayatı, ona yaşattığı ümitler ve hayal kırıklıkları yanında kendisine kazandırdığı devlet görgüsü ve eserlerine sağladığı ilk elden malzeme ve bâkir bilgiler bakımından hal tercümesinde hususi bir yer tutmaktadır. 1892’de Sadâret Mektûbî Kalemi’ne alınan İbnülemin, buradaki başarısı dolayısıyla 1895 yılında Teftîş-i Islâhât Komisyonu başkâtipliğine getirilmiş, Mehmed Said Paşa’nın beşinci sadâretinde onun vaadlerine güvenerek yeniden Sadâret Mektûbî Kalemi’ne dönmüş, fakat vaadlerin hiçbiri gerçekleşmemiş, üstelik Eyâlât-ı Mümtâze Kalemi’ne geri gönderilmek istenmiştir. İbnülemin bu durumları gençlik hayatını zehirleyen sıkıntılar olarak ifade eder.

Gönderildiği eski vazifesine kırk gün gitmeyerek evine çekildikten sonra 1897 Martında yeniden döndüğü Sadâret Mektûbî Kalemi’nde geçen zaman içinde türlü engellerle mücadele ederek sonunda aynı dairenin müdür muavinliklerinden birini elde edebildi (3 Mayıs 1906). Az önce de “ûlâ sınıf-ı sânîsi” rütbesine yükselmiş olmakla artık ricâl sınıfına girmiş bulunuyordu. Said Paşa, yedinci defaki sadâretinde İbnülemin’i Sadâret Mektûbî Kalemi’nin müdürlüğüne tayin etti (3 Ağustos 1908). Ancak bu tayinden hoşlanmayan ve fırsat kollamakta olan âmir ve rakiplerinin oyunu ile Said Paşa sadâretten ayrılır ayrılmaz Bâbıâli’deki ilk memuriyet yeri olan, yeni adıyla Eyâlât-ı Mümtâze ve Muhtâre Kalemi’ne bu defa müdür olarak getirildi (3 Eylül 1908). II. Meşrutiyet’ten sonra birtakım ara hizmetler yanında çeşitli komisyonlarda üyelik ve temsilcilik görevleri de verilen İbnülemin, II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi üzerine Yıldız Sarayı evrakının tetkik ve tasnifi ve birikmiş jurnallerin tasfiyesi işine memur edildi (29 Kasım 1911). Çalışmalara üç kişilik bir komisyon olarak başlanmışken üyelerden birinin çekilmesi ve yeni komisyonlar kurulması yolunda yapılan teşebbüslerin neticesiz kalması sonunda bu görev zamanla tamamen ona emanet edildi. Karmakarışık hale gelmiş 800 sandık dolusu evrakı büyük bir vukuf ve titizlikle elden geçirerek şimdiki adı Başbakanlık Osmanlı Arşivi olan Sadâret Hazîne-i Evrak Dairesi’ne teslim etti ve her türlü araştırmaya hazır mükemmel bir arşiv teşkiline muvaffak oldu. Malzemesinin esasını ve en büyük kısmını bu mühim ve bâkir arşivden alması bakımından Osmanlı Devrinde Son Sadrıazamlar’ın meydana gelmesinde buradaki çalışmasının önemli payı bulunmaktadır.

II. Meşrutiyet’e yakın ve onu takip eden yıllardan itibaren ilmî hüviyetine yaraşır vazifelere lâyık görülerek sadece Yıldız Sarayı evrakını incelemekle görevli komisyonla kalmayıp başka komisyon çalışmalarına da getirildi. I. Dünya Savaşı yılları İbnülemin’in yıldızının parladığı, kültür hayatımız için mühim birçok çalışma içinde yer aldığı, bu yolda kendisine önemli işlerin havale edildiği bir devredir. Vakıflara ait sanat eserlerini kaybolmak ve yabancı diyarlara gitmekten kurtarmak gayesiyle bir müze kurulması için dört üye ile birlikte sürdürdüğü büyük gayretler sonunda Süleymaniye Camii İmareti’nde Evkāf-ı İslâmiyye Müzesi’ni kurdu (27 Nisan 1914). Yerine getirdiği hizmetlerden dolayı kendisine üçüncü rütbeden Osmanlı nişanı verildi. Savaş yılları içinde değişik zamanlarda İstanbul’a gelen ve müzeyi gezen Almanya İmparatoru Wilhelm ve Avusturya-Macaristan İmparatoru-Macaristan Kralı Karl tarafından yüksek rütbeden birer madalya ile taltif edildi. 1916’da görevlendirildiği Muhâfaza-i Âsâr-ı Atîka Komisyonu’nda millî eserlerin korunmasına dair lâyiha ve bununla ilgili nizamnâme de onun kalemiyle son şeklini aldı. Şûrâ-yı Devlet ve Sadâret Dairesi’nde arşivlerin tanzimi için kurulmuş komisyonlarda sadâreti temsilen görüşlerini açıkladı. Rağbetsizlikten dolayı bir zamandan beri yok olmaya yüz tuttuğunu gördüğü hat sanatını yaşatma çarelerini düşünen İbnülemin, aynı zamanda tezhip ve klasik cilt sanatlarının da ihyası gayesiyle, memleketteki istidatları bu sanatlara özendirecek ve devlet desteğiyle eğitimini sağlayacak bir müessese olmak üzere Medresetü’l-hattâtîn’in kurulmasına ön ayak oldu (31 Mayıs 1914). Buranın idaresi de kendisinin içinde bulunduğu Evkāf-ı İslâmiyye Müzesi yönetim kuruluna verildi (bk. Evkāf-ı Hümâyun Nezâretinin Târihçe-i Teşkîlâtı, s. 236, 246). Evkāf-ı Hümâyun Nezâreti’nin tarihi ve nâzırlarının hal tercümesine dair orijinal eserin ortaya çıkmasındaki başarısından dolayı kendisine ikinci rütbeden Mecîdî nişanı verildi (11 Nisan 1917). Nâdir ve değerli yazmaların baskılarını hazırlamak için kurulan Âsâr-ı Müfîde Kütüphanesi heyetinin en verimli üyesi olarak divan şiirinin üç seçkin simasının divanlarının neşri işini üstlendi.

İdarî hayattaki geniş tecrübesi ve tarihî kültür birikimi dolayısıyla sadrazamların, nâzırların kendisinden görüş aldıkları İbnülemin, I. Dünya Savaşı’nın sona erdiği sıralarda başlayacak barış müzakerelerinde devletin hak ve menfaatlerinin korunması ve barış antlaşması esaslarının belirlenmesi için 11 Kasım 1918’de Hariciye Nezâreti’nde, Harbiye Nezâreti adına müsteşar sıfatıyla Miralay İsmet’in (İnönü) ve diğer nezâret müsteşarlarının da katıldığı fevkalâde komisyonda sadâret makamının temsilcisi olarak görevlendirildi.

Savaş sonunda Osmanlı Devleti’nin değişen siyasî ve idarî bünyesi içinde Eyâlât-ı Mümtâze ve Muhtâre Dairesi’nin hükmü ve fonksiyonu kalmadığından buranın lağvedilmesiyle kıdem ve mevkiine uygun bir makam olarak Bâbıâli Müdevvenât-ı Kānûniyye Dairesi müdürlüğüne getirildi; bunun yanı sıra devletin resmî gazetesi Takvîm-i Vekāyi‘in müdürlüğü ile de görevlendirildikten başka, Eyâlât-ı Mümtâze ve Muhtâre Kalemi’nin başşehirde bulunan ahalisiyle ilgili işlerinin barışın imzalanmasına kadar idaresi ve yürütülmesi yine kendi üstünde kaldı (26 Eylül 1921).

Galip devletlerin işgali altına girmiş Mütareke devri İstanbul’unda, İzmir’in işgal edildiği 15 Mayıs 1919 günü Fransız askerî makamlarınca, yarım asırdır oturmakta oldukları konaklarının yirmi dört saat içinde boşaltılıp kendilerine tesliminin istenmesi üzerine evlerindeki tarihî eşyanın, zengin kitap ve gazete koleksiyonlarının çoğunu alamadan ailece yuvalarını terketmek mecburiyetinde kalındı. Buldukları her şeyi talan eden, kıymetli tarihî evrakı yağmalamaktan, İbnülemin’in üzerine titrediği yazma eserleri, gazete ve mecmua koleksiyonlarını parçalayıp tuvalette kullanmaktan dahi çekinmeyen işgalciler, aracılar konulup sürdürülen uzun temaslardan sonra burayı terkettiklerinde bir buçuk yıl önce ayrıldıkları konağı kapı ve pencerelerine varıncaya kadar sökülmüş, hemen hemen dört duvardan ibaret kalmış halde buldular.

Devletin çöküşüyle birlikte Bâbıâli hükümeti son demlerini yaşarken yıllarca çeşitli engellemelerle karşılaşmış bulunan İbnülemin, nihayet Bâbıâli’de en üst kademedeki vazifesi olan Dîvân-ı Hümâyun beylikçiliğine getirildi (1 Ağustos 1922). Bu son vazifesinde olanca dirayetini ortaya koyan İbnülemin, başta “sah çekmek” gibi bir müddetten beri buranın terkedilmiş bazı usul ve geleneklerini yeniden yerleştirmeye muvaffak oldu. Ancak bu parlak memuriyeti, Anadolu millî hareketinin iradesi altına giren Bâbıâli’nin lağvı ile 7 Kasım 1922’de sona erdi. Devlete otuz üç yıl boyunca verilmiş bir hizmet sonunda kendisine ve kardeşine cüzi bir mâzuliyet maaşı bağlandığından ailece düştükleri maddî sıkıntı içinde bunaldıkları bir sırada kardeşi Ahmed Tevfik’i de kaybetti (3 Mayıs 1923). Bu arada İbnülemin’in, işsizlik ve geçim sıkıntısının kucağına düşmesine ve kardeşinin ölümünün getirdiği darbeyle inzivaya çekilişine razı olmayan dostları, kendisinin haberi olmaksızın Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi’nde ona bir memuriyet buldular (22 Eylül 1923). İbnülemin, bu teşebbüsün başını çeken dostu Halil Nihat’ın (Boztepe) yanı sıra orada bir araya geldiği Ahmed Hâşim, Fâzıl Ahmet (Aykaç) ve Hüseyin Dâniş gibi edebiyatçılarla yaptığı sohbetlerle biraz teselli buluyordu. Ancak çok geçmeden Düyûn-ı Umûmiyye bütçesinde kısıtlanmaya gidilmesi üzerine tekrar işsiz kaldı (15 Mayıs 1924).

O sırada Maarif Vekâleti müsteşarı bulunan M. Fuad Köprülü, şahsına ve ilmine büyük saygı duyduğu İbnülemin’in Vesâik-i Târîhiyye Tasnif Heyeti başkanlığına gelmesini sağladı (22 Mayıs 1924). İbnülemin burada, kendisinden önce Ali Emîrî Efendi’nin başkanlığında yapılan çalışmalara nisbetle daha mazbut ve sistemli bir düzen kurmaya muvaffak oldu. Selefinin padişahlara göre yürüttüğü tasnif tarzı yerine müesseseleri esas alan ve kendi içinde kronolojik bir sıralama getiren bu düzenlemede katalogları otuz cilt tutan 47.371 vesika elden geçirilip tasnif altına alındı.

20 Kasım 1923’te seçildiği Târîh-i Osmânî Encümeni üyeliğiyle birlikte, idare meclisi üyesi olduğu Evkāf-ı İslâmiyye Müzesi’ndeki hizmetlerini beraber yürütürken bu arada beşinci defa olarak yeniden müzenin başkanlığına seçildi (11 Ağustos 1925). Vesâik-i Târîhiyye Tasnif Heyeti’nin bir müddet sonra Dârülfünun Edebiyat Fakültesi bünyesi içine alınarak ardından da Başvekâlet Hazîne-i Evrak Dairesi’ne devredilip lağvolunmasıyla İbnülemin’in buradaki başkanlığı da sona erdi (30 Nisan 1927). Ancak aradan fazla zaman geçmeden ad ve statü değişikliğiyle Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ne müdür olarak tayin edildi (26 Haziran 1927).

Yeniden üye seçildiği Türk Tarih Encümeni, İbnülemin’in büyük çapta ilmî çalışma ve yayınları için yeni bir sayfa açtı. İlmî vukufunu ortaya koyan eserlerini burada ardarda yayımlamaya başlar. Encümen, 15 Nisan 1931’de yerini Türk Tarih Cemiyeti’ne bıraktığı zaman üyelik dışında kaldı. Onun yerini 1935’te Türk Tarih Kurumu alırken de bir daha üye yapılmadı. Bununla beraber 1932’de toplanan Türk Tarih Kongresi sırasında hazırlanması kararlaştırılan “Türk Tarihinin Ana Hatları” dizisi için kendisinden eski hat sanatımıza dair terkibî bir icmal yazması istendi. Üzerindeki son resmî memuriyet olan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi müdürlüğünden 1 Ağustos 1935’te yaş haddi dolayısıyla emekliye ayrıldı. 14 Nisan 1935’te annesini kaybeden İbnülemin, ertesi yıl kendisine hac yolculuğu imkânı açmış olan Prenses Hatice Abbas Halim’in Kahire’den itibaren eşliğinde hac farîzasını da yerine getirdi (İstanbul’dan hareketi, 23 Mart 1936).

Son vazifesinden cüzi bir emekli maaşı ile köşesine çekilen İbnülemin kendini, her biri namını ayrı ayrı yâdettirecek büyük çaptaki eserlerini tamamlamaya verdi. Bu arada, müsteşrikler âlemindeki yaygın itibar ve şöhreti dolayısıyla yurt dışındaki ilmî kongrelere çağrıldı, bazı ilim cemiyetlerine üye yapıldı. 1934’te Londra’da toplanan Congrès Internationale des Sciences Anthropologiques et Ethnique’e davet edildi. Ancak maddî durumunun el vermemesi ve hiçbir resmî merciden yardım görmemesi yüzünden katılamadı. Aynı kongrenin 1938’de Kopenhag’daki toplantısına da çağrıldığı halde yine aynı sebeplerle gitmesi mümkün olmadı.

Devrin Maarif vekili Hasan Âli Yücel, İbnülemin’le beraber İsmail Saib Sencer’i de Kütüphaneler Tasnif İşleri ilmî müşavirliğiyle onurlandırdı. Bu arada Mısır Veliahdı Prens Mehmed Ali Tevfik’in daveti üzerine İstanbul’daki Türk ve İslâm Eserleri Müzesi benzeri bir müzenin tanzimi, özellikle de buraya konulacak hat eserlerinin seçim ve tasnifi için Reîsülhattâtîn Kâmil Akdik ile birlikte 29 Aralık 1939’da Kahire’ye gitti. Kendilerine tevdi edilen işi başarı ile gerçekleştirerek 19 Şubat 1940’ta İstanbul’a döndüler. Kütüphaneler ilmî müşavirliği bu defa, Maarif Vekâleti’nce yayın hazırlıkları ilerlemekte olan İslâm Ansiklopedisi’nin ilmî müşavirliğine çevrilmişti. Bu arada eski dostu Bağdatlı İsmâil Paşa’nın basılmamış Hediyyetü’l-ʿârifîn esmâʾü’l-müʾellifîn ve âs̱ârü’l-muṣannifîn adındaki Arapça büyük biyografi kāmusunun kontrol ve basımını üstlenerek iki büyük cilt halinde yayıma hazırladı (I, İstanbul 1951 [Kilisli Rifat Bilge ile]; II, İstanbul 1955 [Avni Aktuç ile]).

İlerleyen yaşı dolayısıyla, müze değerindeki kütüphanesinin ve emsalsiz hat koleksiyonunun âkıbetini emin ellere teslim etmeyi düşünerek ölümünden sonra verilmek şartıyla İstanbul Üniversitesi’ne intikali için 1949’da gereken hukukî işlemleri tamamlamışken 1953’te bu şartı da kaldırıp sağlığında bunların üniversiteye mal olmasını gerçekleştirdi. Konağının barındırdığı müzelik eşyayı da aynı zamanda yine oraya bağışladı. 1953 yılı Martında İstanbul Üniversitesi’nce şerefine düzenlenen büyük jübilede, bu zengin hazineyi milletin istifadesine açan örnek alınacak bağış jestine resmen teşekkür edildi. Tarihî konağını da İbnülemin Mahmud Kemal Yurdu adı altında, İslâmî ilimler tahsil eden veya İslâmî terbiyeye sahip talebeyi barındıracak bir yurt olarak kullanılmak üzere, mevcut yapısına dokunulmayıp aynen korunması şartıyla İbnülemin Mahmud Kemal İnal Vakfı’na bağışladı.

Bütün canlılığı ile ayakta kalan zihnî melekelerine ve sarsılmaz gayretine mukabil yaşlılığının son on yılında üst üste gelen rahatsızlıklarla bedeni gittikçe çöken İbnülemin bir ameliyat sonrasında 24 Mayıs 1957’de vefat etti. Seksen altı yıllık bir ömrü sadece öğrenmek, araştırmak, yazmak ve memlekete hizmet vermekle geçiren, arkasında âbide çapında eserler bırakan İbnülemin’in göçüşü, başta üniversite ve basın olmak üzere bütün fikir ve ilim dünyasında büyük bir teessürle karşılandı. Babası, kardeşi ve annesinin yattığı Merkez Efendi Kabristanı’nda 27 Mayıs 1957’de toprağa verilen İbnülemin’in ölümünün ertesi gününden başlayarak basında hâtırası ve şahsiyetiyle ilgili çeşitli yazılar yer aldı.

 

Kaynak: TDV İslâm Ansiklopedisi

Galeri