MUSTAFA UÇURUM ‘DİL VE EDEBİYAT TANPINAR ÖZEL SAYISI’NI DEĞERLENDİRDİ
Resmi Büyütmek İçin Tıklayın!
Mustafa Uçurum, Dil ve Edebiyat dergisi "Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı"nı dünyabizim.com'da değerlendirdi:
Dil ve Edebiyat’tan Tanpınar Özel Sayısı
Dergilerin özel sayı hazırlamalarını çok önemsiyorum. Dergilerin arşiv yönünü de pekiştirmiş oluyor bu sayılar. Elbette hakkıyla yapmak şartıyla. Göstermelik özel sayılar ancak zaman kaybı ve ne yazık ki kâğıt israfı oluyor. Özel sayı demek; iyi bir hazırlanma dönemi ile konuya vakıf isimleri dergiye kanalize etmekle mümkün olur.
Dil ve Edebiyat Dergisi’nin 146. sayısı Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı olarak hazırlandı. 225 sayfalık ve dopdolu içerikle hazırlanan dergi; özellikle Tanpınar okurlarını çok memnun edecek. Ayrıca Tanpınar’ı daha yakından tanımak isteyenler için de giriş kapısı niteliğinde yazılar da okurları bekliyor.
Üzeyir İlbak’ın Giriş Yazısından
“İnsan Talihinin Bîçareliği”, Tanpınar’ın Beş Şehir isimli eserinin Konya bahsinde geçer. İnce Minareli Camiyi anlatırken: “Süs olarak sadece iki Kur'an suresini (Yasin ile Sûre-i Feth) taşıyan ve onların, kapının tam üstünde çok ustalıklı bir düğümle birbirinin arasından geçerek yaptıkları düz pervazla, Allah kelâmının büyüklüğü önünde insan talihinin bîçareliğini anlatmak ister gibi mütevazı açılan asıl giriş yerini çerçeveleyen bu kapı bütünü, nev'inin hemen hemen yegânesidir” der. Hayatını insan talihinin bîçareliğini ispatlarcasına yaşayan Tanpınar, bugün hâlâ hayatımızdaysa bunu biraz da vefalı öğrencisi Mehmet Kaplan ve onun birkaç öğrencisine borçludur. Günlüklerde “öteki düşünce”den diye tanımladığı ve Mümtaz Turhan’la zikrettiği Mehmet Kaplan ve öğrencilerine borçludur.
Dil ve Edebiyat geçmiş zaman mücevherlerinin tozunu kaldırmaya devam edecek. Daha önce Mavera, Diriliş-Sezai Karakoç ve Edebiyat-Nuri Pakdil özel sayılarıyla yolculuğumuzla ilgili bir aidiyet mesajı verdik. Şimdi de fikriyatı ile bir yere koyamadığımız üslubu ve birikimiyle edebiyat tarihimizin müstesna ismi Ahmet Hamdi Tanpınar’ı sizlerle tartışmak istedik.
Tanpınar'ın 1960 ihtilali ile ilişkisini anlatırken öğrencisi Mehmet Kaplan'ın iki mektubunu da dönemle ilgili olmasından dolayı yayımlamayı uygun bulduk; mektupları bir konuda dönem araştırması yapan Yunus Emre Özsaray bize ulaştırdı.
Ahmet Hamdi Tanpınar Ve Kültürel Süreklilik
Abdullah Uçman, Tanpınar portresi ile yer alıyor dergide. Eserleri, düşünce dünyası ve daha da önemlisi ondan başlayan ve devam eden bir izi sürüyoruz yazıda. Tanpınar’ın bir okul olduğuna dair düşünceleri pekiştirecek tespitler ve örnekler var Uçman’ın yazısında.
“Şiir, hikâye, roman, deneme ve fikrî yazılar yazan, edebî tenkit ve edebiyat tarihi alanında eserler kaleme alan ve eserleriyle Türk edebiyat ve kültür tarihinde kendine müstesna bir mevki edinen Tanpınar’ın eserlerinde tarih, edebiyat, musikî, estetik, mimari, felsefe, psikoloji ve plastik sanatlara ait bilgi ve yorumların inanılmaz bir bileşim hâlinde oldukça zengin bir görünüm arz ettiği kolayca fark edilir. Tanpınar’ın bu çok yönlü kişiliğinin arkasında elbette doymak bilmeyen bir tecessüs ve öğrenme merakı ile şairane duyarlık ve dikkat, muazzam bir hâfıza gücü ve büyük bir kültür birikimi ile zengin bir hayat tecrübesinin varlığı inkâr edilemez.”
“Şair, hikâyeci ve bir romancı olarak edebiyatçı hüviyeti dışında bir fikir adamı olarak Tanpınar’ın bugün bizim için önemi, Türk kültürünün geçmişi üzerine ileri sürdüğü görüşlerin orijinalliği kadar, bunların, ortaya çıktığı dönemin şartları bakımından da son derece dikkati çekici olmasından ileri gelmektedir.”
“Tanpınar, Tanzimat’tan sonraki yıllarda çeşitli şekillerde Batılılaşmanın ortaya çıkardığı Türk cemiyet yapısının maddî ve mânevî planda çöküşüne, asırlardır varlığını sürdüren kültür değerlerinin bir anda anlamını kaybetmesine karşı çareler ararken, öteden beri öne sürülen ve genel anlamda kabul gören tekliflere pek rağbet etmez. Onun gerek romanları gerekse bir kısım makaleleri bu şekilde okunursa, mâzi hayranlığı gibi görünen yaklaşımın arkasında başka şeyler bulunduğu fark edilir.”
Darbeye Tanpınar’dan Bakmak
Darbelerle sınanan bir geçmişimiz var. Darbeler planlanır, yapılır. Yıkıcı bir yanı olan darbelere bakış açısı da önemlidir. Yani darbeye nerden ve nasıl bakıldığı. Tanpınar’ın ve Mehmet Kaplan’ın 1960 sonrasına “Yeni Hayat” zaviyesinden bakışını incelemiş yazısında Yunus Emre Özsaray. Bize yazıda “İhsan” da eşlik ediyor.
“Ahmet Hamdi Başar’ın hatıralarına yansıdığı üzere darbeyi yapan cuntanın bir programı olmadığı gibi gelecek günlerin de ne getireceği belli değildi. CHP’nin tek parti iktidarında izlediği politikalar devam ederse halk üzerindeki korku atmosferi sürebilirdi. Böylesi bir dönemde Mehmet Kaplan’ın Nesillerin Ruhu’nda da dile getirdiği üzere tek parti iktidarında din ile toplum arasındaki münasebeti okuma anlamında düşülen hataya 27 Mayısçıların düşmemesini sağlamak adına kalemi eline alacak ve Cemal Gürsel’e bir mektup yazacaktı.”
“Mehmet Kaplan’ın mektubunda ifade edilen düşüncelerle Tanpınar’ın Günlüklerinde ortaya koydukları arasında da pek bir fark yoktur esasında. Tanpınar da günlüklerinde din meselesinin ihmal edilmesinin doğurduğu arızalara vurgu yapıyor, tıpkı Mehmet Kaplan’ın “Dinin mahzurlu tarafları işlenerek giderilebilir” demesi gibi dinin kanalize edilmesi gerekliliğinden bahsediyordu. Tanpınar’a göre din bir cenaze gömme meselesi derekesinde değerlendirilmiş, halkın Müslüman olduğu unutularak ateist bir neslin ortaya çıkmasına sebep olunmuştu. Bu sebeple münevver köksüz kalmış, yerine yenisi konulmadan pek çok şey zedelenmişti ve bu Halk Partisi'nin macerasının sebebiydi.”
“Huzur romanının daha ilk başında Mümtaz’ın İhsan’ı sağaltacak hamleyi gerçekleştirmek için evden ayrılması ve dönene kadar içinden geçtiği hesaplaşma üst üste yığılan zamanlarla okuyucuya ulaştırılıyordu. Mustafa Şekip Tunç’un Bergson’un Yaratıcı Tekâmül tercümesinin ön sözünde söylediği gibi hiç durmadan devam eden geçmişin geçmiş üzerine yığılması ve kişiyi her lâhza bütün mevcudiyetiyle yoğurması hâlini Mümtaz evden ayrıldıktan döndüğü süreye kadar yaşayacaktı. Bir benzetme ile söyleyecek olursak ferdin nura gark olup ihsan katına yükselebilmesi için Nuran’ın aşkı ile terbiye ve tezkiye olması gerekiyordu. Mümtaz bu romanın sonunda ortaya çıktığı üzere her ne kadar Nuran’ın imtihanından geçmiş olsa da sezgiciliği sebebiyle halüsinasyonlar içerisinde kalmıştı. Yine Nuran’ın imtihanında olan Suat’ın maruz kaldığı durum ise intihardı. Toplum idealinin iki farklı tipi: Bir tarafta vehimleriyle halüsinasyonlara maruz kalan Mümtaz, diğer tarafta cemiyet fert ikiliğini halledememesiyle intihara sürüklenen Suat.”
Beş Şehir’e Dair
Lütfi Bergen’in şehir üzerine düşünceleri dikkatle takip edilmeyi hak eden bir açılıma ve özgünlüğe sahip. Onun şehir tasavvurunu doğru kodlarıyla takip edebilmek işin Medine gibi bir modeli zihnimizden eksik etmememiz gerekiyor. Dergide Tanpınar’ın Beş Şehir isimli kitabına İslam şehri bağlamında bakıyor. Şehirlerin görünmeyen yüzünün ardına düşüyoruz yazı ile birlikte. Çünkü Bergen’in de belirttiği gibi; Beş Şehir bir gezi kitabı değildir. Bu kitabı bir medeniyet tasavvurunun canlı tutulması bağlamında okumakta fayda var.
“Tanpınar’ın Beş Şehir'de yer alan İstanbul, Bursa, Konya, Erzurum ve Ankara’nın portresini bilinçli bir seçimle konu edindiği hissi bende kuvvetlidir. Öncelikle portresi çizilen şehirler içinde kendisinden en fazla bahsedilen belde İstanbul’dur.”
“Yahya Kemal’in de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da tarihe bakışları “salt garblılaşma” emelinde olan epistemik grupların tarihe bakışından farklıdır. Tanpınar-Yahya Kemal, Selçuk-Osmanlı asırlarını “dinî medeniyet” olarak kabul ederek oradan bir süreklilik (imtidat) emaresi bulmaya çalıştılar. Oysa erken Cumhuriyet döneminde kimi müellifler Osmanlı’nın dinî medeniyet vasfından modern Cumhuriyet’e aktarılacak bir değer bulunmadığı kanaatiyle hareket ettiler. Yahya Kemal Aziz İstanbul’da fethin imar ettiği şehri yazmış, tarih felsefesini ortaya koymuştur. Tanpınar ise fetih sonrası İstanbul’u ve fethe giden süreçteki şehirleri (Bursa, Konya, Erzurum, Ankara) kaleme alır. Ancak bu kitap aynı zamanda bin yıllık tarihin perspektifinden Anadolu’nun Selçuklu geçmişine yataklık eden merkezlerine yönelik bir bakışı ifade eder. Tanpınar Erzurum, Konya, Ankara, İstanbul’da liselerde öğretmenlik yapmış ve Bursa’ya sıklıkla ziyarete gitmiştir. Beş Şehir metni bu manada yazarın yaşadığı şehirleri kayda geçirme, onları edebî anlamda yeniden inşa etme denemesi de sayılabilir.”
“Tanpınar’ın Beş Şehir kitabının farklı bölümlerine serpiştirilmiş “şehir ve medeniyet” teorisini tasnif ettiğimizde bir orkestra şefinin tüm bu sistemin tekerleğini harekete geçirdiği fikri canlanır. Tanpınar Selçuk ve Osmanlı devletlerinin medeniyet inşa ettiği dönemleri inkıraz ettiği dönemleri ile kıyasladığında “ekip” fikrine gelir. Örneğin Osmanlı’yı inşa eden müesseselerin kurucusu Tanpınar’a göre Orhan Gazi’dir. İnkırazın başladığı dönemde hükümdar olan IV. Murad başarısızdır.”
Tanpınar’ı Sevmek
Vedat Eğilmez, Mehmet Akif Ertaş’ın Tasmpınar’ı Sevmek kitabından hareketle bir yazı kaleme almış. Tanpınar’ı neden sevmeliyiz sorusunun cevabı var yazıda. Ortaya çıkan sonuç şu; Bir yazarı sevmek için onu tam anlamıyla tanımak gerek. Tek yönlü bakış açıları, yönlendirmeler birçok gerçeğin de üstünü örtüyor ister istemez.
“Tanpınar değerlendirmelerinin nerdeyse tümünde tek ortak nokta; onun Doğu ve Batı medeniyeti arasında kalarak bir çatışma yaşadığı gerçeğidir. Bu ikiliğin (dikotominin) Tanpınar’ın hayatında ve eserlerinde güçlü bir yere sahip olduğu inkâr edilemez. Yalnız bu ikiliğin Tanpınar’da bir çatışma olduğu olgusu tartışılır. Yani Tanpınar, bunlardan hangisi olmalıyım, diye bir kararsızlık içinde değildir. Sentezci tavrını hiçbir eserinde gizlemez. Ayrıca bu Doğu-Batı ikiliği Tanpınar’ı konumlandırmada sağlam bir ölçü değildir. Çünkü Tanzimat’tan günümüze kadar eli kalem tutan her yazar -İsmet Özel istisna- bu konuda Tanpınar’la hemen hemen aynı tavrı takınmıştır. Yani Batı’nın tekniğini almak ama bu arada kültürümüze de gereken değeri verip onu korumak bütün yazarlarımızda ortak bir düşüncedir. Yani bu ikilik, bu çatışma Tanpınar’ı diğer yazlardan ayıracak bir özellik taşımamaktadır.”
“Tanpınar’ı sevmenin ne anlama geldiğini sorgulamak maksadıyla şekillendirdiği kitabını Ertaş üç bölüme ayırmıştır. Kitabın bütününde şiirleri dışında Tanpınar’ı ve eserlerini doğru bir şekilde konumlandırma gayreti içinde olmuştur. Bu bağlamda yapılan değerlendirmeleri kısaca söyle sıralayabiliriz: Tanpınar, evrensel değil enternasyonal bir yazardır. Şahsi hareket etmeyi değil fert olmayı; cemaatleşmeyi değil cemiyetleşmeyi önemseyen bir sanatçıdır. Obskürantist ifadelere kapısını kapalı tutmuş, meritokrasiyle hiçbir zaman senlibenli olmamıştır. Okurlarına reçeteler takdim eden tezli roman yazmamıştır. Doğu-Batı çatışması klişesi eserlerinin doğru anlaşılmasına büyük oranda engel olmuştur. Eserlerinde kahraman ve karakter canlandırma yoluna gitmemiş, figürler tanıtmaya çalışmıştır. Metafizik, eserlerinde hâkim öğe olmadığı gibi, pozitivist olarak da nitelendirilemez. Teorisyen değil inşacıdır. Eserlerindeki kadın figürler feminizmin inşası bağlamında incelenmelidir.”
Tanpınar ve Huzur
Tanpınar’ın ismiyle bütünleşen en önemli eseridir Huzur. Onu tanımak ve daha iyi anlamak için okuma kapısının girişinde Huzur mutlaka olmalı. Mehmet Törenek, “Bir Tepeden Şiiri Eşliğinde Huzur’u Okumak” isimli yazısında Yahya Kemal’in şiiri ve Tanpınar’ın romanını birlikte terennüm etmiş ve ortaya keyifli bir yazı çıkmış.
“Tanpınar, romanda kahramanı Mümtaz’ı ada vapurunda karşılaştığı ve kısa sürede aralarında yakınlaşma olan Nuran’la âdeta tabiata ve tarihe ait birçok güzelliği keşfe çıkarır. Boğaz, Üsküdar, tabii atmosfer ve tarihî mekânlar sevgiliyle beraber gezilen yerler olduğundan aşkın, doyumsuz güzelliklerin de yaşandığı yerler olur. Bir taraftan tabiat, diğer taraftan sevgili ve onun güzel sesi, bu mekânları büyüsüyle doldurur. Bir aşk atmosferinde tabiatın, günün farklı saatlerinde denizin ve akşam ufkunun aldığı görüntüler, renk ve ışık oyunları romancıya eşsiz tablolar çizdirirken, kahramanlarını da onlar karşısında büyülenmiş kişiler olarak yaşatır.”
“Emirgân, Yahya Kemal’in de sevdiği semttir ve “Hüzün ve Hâtıra” şiirinde bu semtten söz eder. Ayrıca Kandilli de Yahya Kemal’in “Gece”, “Akşam Musikîsi” şiirlerinde yer verdiği, sevdiği semtlerdendir. Romanda da Mümtaz’ın amcasının oğlu ve ağabeyi olan İhsan, -düşünceleri ile Yahya Kemal’i çağrıştırmaktadır- daha önce burada oturmaktadır ve o çıkınca Mümtaz onun evine taşınmıştır. Emirgân’a geçer, bahçede otururlar. Bu gezinti de onları hem tabiatla, hem sanatla, hem de tarihle buluşturur. Mevsim bahardır. Böylece bahar, deniz ve Boğaz ayrı bir üçlü oluşturur. Mümtaz, İclâl’le konuşurken Kandilli sarayından, onun için söylenmiş bir mısradan bahseder. İclâl’in varlığı, Mümtaz’ın bilgisini, kültürünü göstermesine imkân verir. Akşamın bu saatinde birlikte Emirgân köşkünü gezerler. Eserden hareketle konu, insan hayatına, hayatı “bir sanat eseri kadar güzel” yapanların varlığına kayar.”
Romanda Nuran kadar, aşk kadar önemli yer tutan bir konu, tarihî ve medeniyet birikimiyle İstanbul’dur. Hatta Nuran, Mümtaz’ın iç dünyasını vermek için seçilmiş bir objedir diyebiliriz. Çünkü Nuran gelişiyle, “ruhunun büyük bir tarafını yapan şeyleri aydınlat”maya başlar. Onlar zaten içinde var olan şeylerdir. O, birdenbire gelerek bütün bu “halita”nın üzerinde bir yer işgal etmeye başlamıştır (s.187). Artık İstanbul, sevilen kadın ve musikî birbirinden ayrılmaz olur. Mümtaz hangisini sevdiğini “birbirinden ayırmağa imkân bulamaz.” Bu aşkla bir taraftan “bir kültürün miracını” yaşarken (s.188), diğer taraftan “kendi iç âleminin bu aşkla taş taş kurulmasını” seyretmektedir.
Turgay Anar ile Huzur Üzerine
Turgay Anar, Tanpınar üzerine yoğun mesai harcayan bir isim. “Huzur Atlası” kitabını büyük bir beğeni ile okumuştum. Hatta şunu da belirtmek isterim. Huzur romanını bitirir bitirmez bu kitabı mutlaka okumak gerek. O zaman zihinde yerinde oturmayan sahneler de tam anlamıyla yerlerine yerleşiyor.
Turgay Anar ile Elif Tokkal ve Üzeyir İlbak bir söyleşi gerçekleştirmiş. Elbette söyleşinin merkezinde Huzur var.
“Ahmet Hamdi Tanpınar, hem akademisyen hem şair hem romancı hem deneme yazarı olarak Türk edebiyatında çok da benzeri olmayan bir sanatkârdır. Onun hayatına yakından baktığımızda, kendi hayatının gerçeklerinden çıkarttığı ve sanatına çeşitli boyut ve biçimlerde yansıyan ilginç bir kronolojik evren de vardır. Ayrıca sanat ve edebiyata sevdalı bir mizaç onun sanatkâr özelliklerini aşağı yukarı aydınlatabilir. Yazdıklarına baktığımız zaman, Tanpınar’ın niçin Türk edebiyatı için değerli bir edebiyatçı olduğunu bariz bir şekilde anlarız. Tanpınar’ın deneme ve romanlarında kültürel ve sanatsal farklılığını ortaya seren bir estetik derinlik de bulunur. Bu yüzden yazdığı cümleler üzerinde okur olarak dikkatlice düşünmek gerekir.”
“Huzur romanının birçok meselesi var. Bunlar aslında Tanpınar’ı tanımamızı sağlayan güzel ipuçlarıdır. Tanpınar’ın zihnini hep kurcalayan bir soru(n) olarak “meselesiz” insan çeşitli özellikleriyle romanda karşımıza çıkar. Romanda Mümtaz-Suat çatışmasıyla bu konuya dair tartışmalara şahit oluruz. “Meselesiz insanlar”, rüzgârın önündeki bir kuru yaprağa benzer. “Mesuliyet” fikri, Tanpınar’ın ısrarla üzerinde durduğu bir kavram olması açısından insanı değerli yapan temel cevheri bize verir. Tanpınar, biraz da B. Paskal’ın (Pascal) bir öğüdü olan “her şeye rağmen iyi düşün” ve “mesuliyetinin bilincinde ol” düsturunu roman boyunca yaşadığı içsel ve dışsal sorunlara rağmen deneyimler. Romanda 1930’lar Türkiye’sinin aşmak zorunda olduğu iktisadi sorunlar, kalkınma meselesi, hocası Yahya Kemal’den alarak genişlettiği “imtidad” bahsi, yani “devam ederek değişmek, değişerek devam etmek” fikri, kültür ve sanatta geçmiş insan ve medeniyetle nasıl irtibat kurulacağı üzerinde de durulur. Tanpınar, bir medeniyetin nasıl son ışıklarıyla geçip gittiğini görmüştü; onun tecrübesi bize maziye nasıl bakılabileceğine dair birkaç ipucu veriyor. İsteyen Tanpınar gibi bakar. Ama bir başka değerli şeyi de bize anlatır: Zihnin kıvılcımlarını yakmak isteyenler mutlaka derinlerde var olan asıl kıvılcımı da görmelidir.”
Tanpınar Ve Mitoloji
Geniş bir yelpazesi vardır Tanpınar’ın. Hayatına dokunan her unsuru eserlerine taşımada oldukça mahir olduğunu onu okudukça daha iyi anlıyoruz. Elif Tokkal yazısında Tanpınar’daki mitolojiden bahsediyor. Elbette Huzur geliyor hemen aklımıza. Önemli tespitleri var Tokkal’ın.
“Tanpınar’ın estetiğinin onu mitolojiye yönlendirdiğini söylemek yanlış olmaz; çünkü o evrenseli ve insanın ezelî hakikatini arar. Bunlar da Tanpınar’da mitopoetik tavır olarak kendini gösterir. Mitopoetik tavır özel bir tecrübenin bir mit kalıbı içinde sunulması ve evrensel bir boyut kazandırılmasıyla oluşur. Tanpınar şairin şahsilikten kaçmasını istemiş; onun halk destan ve efsanelerimizi iyice dinledikten sonra kendi tecrübesini onların kalıbı içinde yorumlamasını ve şahsi tecrübeden evrensel tecrübeye gitmesini ısrarla söylemiştir. Tanpınar’ın daima bir arayış içinde olması farklı olanı bulma, görünmeyeni görme ve muhayyile ile hakikatin sınırlarını aşma arzusu, onu hayal gücünü zorlamaya iten etkenler arasındadır. Mitoloji sahasına eğilmesindeki temel faktör de hayal gücünü zorlamayı sevmesinden ileri gelir. İstanbul Üniversitesi’nde verdiği esatir dersleri sayesinde de mitolojiyi iyi bilir.”
“Eski şiirimizde çokça kullanılan dinî ve efsanevî unsurların Tanpınar’ın gözünden kaçmış olma ihtimali yoktu. O da Arap ve Fars edebiyatının büyük eserlerinin Celaleddin Rumî, Fuzûlî ve Şeyh Gâlib’teki etkilerinin de farkındaydı. Osmanlı kültür çevrelerinde neredeyse başucu eser kabul edilen Bostan-Gülistan benzeri eserler de biliniyor ve okunuyordu. Tanzimat’la başlayan tercüme faaliyetlerinin de edebiyatımızı etkilediği bir vakadır.”
Rüyada Aydaki Kadını Görmek
Rüya, Tanpınar için mitlerin kapısını aralayan bir gizli evrendir. Gerçek alemin muammasını rüyada çözmeye çalışır Tanpınar. Elif Sönmezışık, Aydaki Kadın kitabından hareketle rüyalar alemine doğru bir seyr ü sefere çıkıyor. Kimlik bunalımı kavramı ve rüya oldukça derinlemesine işlenmiş yazıda.
“Tanpınar, somut varlıklar içinde karakterlerini soyutlaştırabilen, rüyalar ve hülyalardan örülü bir evren kurabilen, o evrenden kopmamış, hep şahsi evrenini anımsatacak şifrelerle bezeli metinler inşa eden müstesna kurguların yazarı. Aydaki Kadın, hayatının son merhalesinde karakterler üzerinden, hayatla, politikayla, sanatla, değer yitiminin verdiği huzursuzluk ve boyun eğmişlikle, aile mefhumuyla, parayla, istediğini bilme/ bilememe, istediğini elde etme/edememeyle ilgili bir hesaplaşma olsa da yine Tanpınar evreninden kopmayan, onun roman geleneğini sürdüren bir yol izliyor. Bitirme imkânı olsaydı belki karşımızda kenarları ve köşeleri daha belirgin bir metin bulabilir, ana karakter Selim’in yaşadığı buhranın aslında psikiyatrik bir hastalık olup olmadığına -ki şizofreni olduğuna dair güçlü işaretler olduğu kabul görüyor- dair şüpheleri giderebilir, taslağındaki (sona sadık kalmayabilirdi. Üzerinde uzun süre çalıştığını bildiğimiz bu roman, siyasi kimliğini edebiyatçı kimliğiyle örterek bir gizeme dönüştürme maharetini, Selim’in kimliğini giyinerek kendi öz kimliğini en iyi bildiği yolla gizeme dönüştürerek başka biçimde sergilediğini düşündürüyor.”
“Tanpınar’ın kendi özelinde, yerliliğe ve medeniyet vukufiyetine, Batıcılığın muvazeneyi bozan bir zorbalık olduğunun bütünüyle farkında olmasına rağmen daha çok Batıcı bir yorumla hayatı karşılamış olması bir çelişki. Bu tür Batıcılık yorumu, Tanpınar eserlerinde, şu veya bu şekilde bilhassa Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde var. Bütün kafa karışıklığının cinsiyet kimliği üzerinden ve toplumla ilişkilerin nizamındaki değişimleri yadırgayan bir tutumla yeniden vücut bulması bu. Aydaki Kadın’da ise Batıcılık çizgisindeki değişimleri büsbütün onaylar bir kahraman mevcut.”
“Aydaki Kadın’ın Selim’i Tanpınar’ın kendini en çok ele verdiği roman karakteri olduğu ortak görüş. Bu romanın bitmemişliğine dair Demiralp’in söylediğine nazire olarak şu söylenebilir elbet: Kendi bitmemişliğinin, bitmemiş hülyalarının sembolik yansımasını inşa etmeye başlamış ama onu da bitirmeye muvaffak olamamıştır.”
Kaynak:
dunyabizim.com