Dergi Detay

Dergi Resmi

Dil ve Edebiyat (63. Sayı)

Değerli Okuyucularımız!

 

Geçen sayımızda insanlığın genel anlamda sürekli ilerleme kaydettiğini ama bunun istikrarlı

ve çizgisel değil zigzaglı bir seyir izlediğini belirtmiştik. Bu sadece birey veya toplum

davranışlarının değil, daha genel ve karmaşık bir yapıya sahip olan tarihin ve büyük sosyal

olayların da uyduğu bir yasadır. İyi ve kötü günlerin, zafer ve hezimetlerin, sağlık ve hastalığın

insanlar arasında döndürülüp durması (Âli İmran/140) gibi, toplumların ilerlemeleri ve

geri kalmaları gibi sosyal değişmeler de belli kurallar dâhilinde tekrarlayan olgulardır. Hiçbir

toplumun bilim ve teknolojisi, ekonomisi, siyaseti, kültür ve sanatı herhangi bir neden olmadan

kendi kendine ve birden yükselişe geçmez; tabii, tersi de olmaz.

İlerlemelerin ve gerilemelerin kendine göre bir işleyiş yasası vardır ki, bu yasayı Kur’an’ın

“eyyamullah” kavramıyla izah etmek mümkündür. Gerek doğa yasalarını gerekse sosyolojik

yasaları [sünnetullah] Allah’ın evrene koyduğu işletim sistemi olarak gördüğümüzde, bu

yasaların sosyal değişmelerdeki izdüşümü olan “medeniyetlerin ölümü/dirimi” meselesi de

daha kolay anlaşılır hâle gelir.

Toplumlar/medeniyetler, Romalı tarihçi Tacitus’un tespitiyle “kuruluş felsefelerini aşamazlar”.

Kuruluş felsefesi sadece kuruluş sürecinde işlev gören manevi kabulleri değil, o

medeniyetin evrensel nitelikli doğal ve sosyal yasalarla kurduğu ilk ilişki biçimlerini de içerir.

Söz gelimi, İslam medeniyeti, resmin kerahetine olan dinî kanaatin tesiriyle nasıl görsel

sanatları resim dışı formlarda [hat, tezhip, minyatür] ilerletmişse, Batı medeniyeti de Eski

Yunan ve Roma’nın tiyatro geleneğini sahiplenerek bu sanatı daha da geliştirmiştir. Ancak

her iki örneğin de sonraki çağlara etki eden olumlu/olumsuz sonuçları olmuştur. Medeniyetimizin

resmi benimsememesinin, perspektif gerektiren teknik tasarım konusundaki farkındalığı

engelleyerek teknolojinin gelişememesine katkıda bulunduğu; Batı’nın ise kodları

pagan kültürüne dayanan tiyatroyu sinemaya evirerek insanlığı bu sanat dalıyla hem kendi

kültürüne köle yaptığı hem de vahiy kökenli değerleri zayıflattığı söylenebilir.

Kültür, sanat ve edebiyat alanında kalarak kendi tarihimize de bu çerçevede baktığımızda,

benzer sınırlar dâhilinde bir kültür ve sanat hayatı inşa ettiğimizi söyleyebiliriz.

Tanzimat’a kadar şiirin neden edebî faaliyetlerimizin temel formu olduğu, kısıtlı nesir ürünlerimizin

neden çeşitlenerek çoğalıp gelişmediği şeklindeki soruları, ilk zamanlarda benimsenen

temel yaklaşımların sonucu olarak görmek mümkündür. Bu yaklaşımlara geçen sayımızda

paradigma demiş ve paradigma değişikliği olmadan yeni açılımlar yapmanın zor

olduğunu ifade etmeye çalışmıştık.

Bunu gerçekçi bir analojiyle izah etmek gerekirse, Eski Peru’daki bir İnka mühendisinin

bağlı olduğu bilimsel paradigmanın basit bir yük arabası yapmaya bile müsait olmamasını

örnek verebiliriz. İnka mühendislerinin ne özenli mimari eserler inşa ettiğini bilmeyen yoktur.

Benzer şekilde, Osmanlı sanat ve edebiyatının geleneksel kalıplar içerisinde çok ince şiirler

ürettiği de bir gerçektir. Ancak ne İnka mühendisleri tekerleği bularak bir araba yapabilmiş

ne de Osmanlı edipleri Tanzimat’a kadar doğru dürüst bir hikâye veya roman yazabilmiştir.

Bunları yapabilmeleri için her iki örneğin de zihinlerini sınırlayan mevcut paradigmanın son

bulmasına, böylece yeni açılımlara, farklı tasavvurlara izin verecek yeni bir paradigmanın

kabulüne ihtiyaçları vardı. Güzel de, bunu kim yapacaktı? Kimlerden esinlenerek yapacaktı?

Nasıl bir geçişle yapacaktı?

Babıâli’de kurulan Tercüme Odası birçok Osmanlı aydınının Batı dillerinden birini öğrenmesine,

Batı düşünce ve edebiyatından eserler seçerek bunları Türkçeye çevirmelerine

imkân sağladı. Böylece bir taraftan geleneksel ilim ve kültür kalıplarını, diğer taraftan da

Batı’nın geliştirdiği beşeri tecrübeyi eş zamanlı olarak öğrenen birçok edebiyat, kültür, sanat

ve düşünce adamı yetişti. Münif Paşa’nın çevirdiği Muheverat-ı Hikemiyye ile başlayan

çeviri sürecinde Türk edebiyatı, düşünce yazıları, hikâye, roman, anı ve eleştiri gibi modern

yazı türleriyle tanıştı.

İşte, bu sentezdir ki, zaman içinde bir yanıyla kendi otantik değerlerini ve medeniyet

tasavvurunu, diğer yanıyla da Batı medeniyetinin insanlığa sunduğu beşeri tecrübeyi bilen,

öğrenen, çözümleyen bir münevver tipi ortaya çıktı. Her iki kaynaktan alınabilecekler arasındaki

öncelikleri doğru sıralamayı başaramayan Batı vurgunu aydın prototipi ise; bugüne

kadar ülkeye de, insanımıza da huzur ve rahat vermeyen jakoben bir kültür/sanat algısının

yaygınlaşmasında görev aldı.

Daha güzel bir dergide buluşmak dileğiyle…

Hüseyin ALTUNTAŞ