Dergi Detay

Dergi Resmi

Dil ve Edebiyat (172. Sayı)

RAMAZAN, ORUÇ VE EDEBİYAT
Üzeyir İlbak

 

Kadim edebiyatımızda Ramazaniye
ve Ramazannameler önemli bir yer
tutar. İlk dönem sözlü edebiyatımızda
ve izleyen dönemlerin tamamında Müslüman
şair ve anlatıcılar Oruç ve Ramazan’a dair
metinler ürettiler. Nâbi, Niyazi Mısrî, Nedim,
Neşati, Naili, Sâbit, Koca Ragıp Paşa, Şeyh
Gâlib… gibi klasik dönem şairleri bu hususta
önemli metinler bırakmıştır. Tekke Halk Edebiyatı
örneği olarak Niyazi Mısrî’nin şu dizelerine
bakalım.
“İndi Kur’ân ey nûru güzel,
Leyle-i Kadr’inde ey kadri güzel,
Gitti ey tehlil ü tekbiri güzel,
Elvedâ gitti mübârek Ramazân.”
Ramazan hayatının dönem tasviri olarak
Bosnalı Sâbit’in (17. yy) şu dizeleri çarpıcıdır.
Kalb-i mü'min gibi mescid müteselli mamur
Dil-i fâsık gibi meyhane harâb ü viran
Sâbit, mescidi müminin kalbine meyhaneyi
fâsıkın gönlüne benzettikten sonra içkiyi bırakıp
namaza koşan birinin, içki testisini abdest
ibriği olarak kullandığına dikkat çeker. Toplum
sosyolojisi ve haleti ruhiyesini anlama bakımından
önemli bir tespittir ve günümüzde Ramazan'ı
yaşama tercihlerinin anlaşılması bakımından
da değerlidir.
Dehen ü destini mey-hâre yudu sahbâdan
Kûze-i badeyi ibrik-i vüzû itdi hemân
Günümüzde de özellikle ramazan ayında
kulluk görevlerine daha bir önem veren kişiler
olduğunu ve halk arasında bunlara "ramazan
sofusu" denildiği bilinmektedir. Bosnalı Sâbit
bu tanımın o çağlar için de geçerli olduğunu şu
beyiti ile bize aktarıyor:
Alınır mı ramazan sofilerinden Mushaf
Rahlenin nevbetini beklemeyince insan
Tanzimat sonrası edebiyatımızda Ramazan
daha çok şiir, hikâye, hatırat ve mektuplarla
anlatılara konu olmuştur. Ramazan ve orucu
merkeze alan bir roman maalesef henüz yazılmamıştır.
Küçük atıflarla yapılan anlatılardan
söz etmiyorum. Hikâye ve hatıratlarda daha
çok bir nostalji (Geçmişe duyulan aşırı hasret)
olarak ele alınan Ramazan, “nerede o eski Ramazanlar?”
hayıflanmaları gibidir. Bu anlatılar
çocukluğunun güzelliklerini özleyen ve dönülmeyecek
o hayatın yetişkinlikte gereksizliğine
vurgu yapar gibidir.
Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e yapılan yolculuk
döneminin önemli edebiyatçılarından Tevfik
Fikret, Yakup Kadri, Halide Edip, Refik Halid
gibi isimler ideolojik olarak Batı değerlerini
tercih ettikten sonra yazdıkları şiir ve hatıratlarda
çocukluklarının inançlı günlerinde yaşadıkları
hayatı masal tadında anlatırlar. Vicdani
arınma ve itiraflar dizgesi olarak da okunabilecek
bu metinlerdeki ideolojik arka planı unutmamak
gerektiğini düşünüyorum. Adı geçen
yazarlar artık ait olmadıkları bir dünyanın hikâyesini
anlatıyorlar.
Halide Edip, Mor Salkımlı Ev'de çocukluğunun
Ramazan'ını anlatır:" 'On bir ayın bir sultanı'
diye müjdeledikleri o ay girmeden evvel
Haminne bütün günlerini reçel ve şurup kaynatmakla
geçiriyordu. Babasından öğrendiği
bu işteki maharetini gösteren şey, aynı şişeye
üç muhtelif renkteki şurubu birbirine karıştırmadan
koyması idi. (...) Bu bir ilkbahar Ramazan’ı
idi galiba. Haminne mutfakta küçük bir
iskemlede oturuyor, önünde üç küçük mangal,
üçünün de üstünde kaynayan şurup ve reçelleri
karıştırıyor. Havva Hanım da mütemadiyen
lâfa karışıyordu. O da kendisine göre, her
ilkbaharda sıhhat ve güzelliğine ait baharlı,
kara üzümlü ve acayip maddeli birtakım ilâçlar
kaynatıyor, bir taraftan da israf günlerine
artık bir son vermek lâzım geldiğini söylüyor,
Haminne’nin müsrifliğini tenkit ediyordu. Fakat
Haminne, yiyeceği bol, geniş iftar sofralı
bir Ramazan yapmaya karar vermiş olduğundan,
bu sözlere hiç kulak asmıyordu. (...) Şimdi
tekrar o eski Ramazan’a dönüyorum. Kilerimiz
mavi, yeşil, mor renkli şuruplar ve reçel şişeleriyle
çiçek tarlasına dönmüştü. Kiler civarı
Mısır Çarşısı’nın baharat satılan bir şubesi
gibi kokuyordu. Pencerelerde beyaz perdeler,
sedirler pırıl pırıl." Kitapta dadısının kendisini
Beşiktaş'tan alarak İstanbul'a götürdüğünü ve
köprüde bir hamal kucağında Mercan yokuşundan
Süleymaniye'ye gidişini anlatır. Sonra ilk
teravihe gitmek üzere Sütbaba’nın omuzunda
evden çıkışı ve İstanbul’un sokaklarındaki canlılığı
anlatır. “Bu akşam ilk defa mahya denilen
şeyi gördüm. Minareden minareye havada
uzanan ışıktan yazılar, mavi kubbede ne garip
ve tabiat üstü bir nur tecellisi... Ramazan’ı karşılayan
bu nurdan yazılar beni belki Baltazar’ın
duvarda gördüğü yazılar kadar şaşırttı.” diye
aktarır.
Refik Halid Karay Üç Nesil Üç Hayat nam
eserinde dönemin İstanbul Ramazan’ını şöyle
anlatacaktır: “Ramazan’ın, dünyada başka hiçbir
memlekette görülmemiş acayip bir hususiyeti
de vardı: Şehir, gündüzleri yarıdan fazla
tenhalaşır, halkın yarıdan fazlası, yorganını
başına çeker, uykuya varırdı. Hükümet dairelerinde
de devam edenlerin sayısı azalır, kalemler
boşalmış görünürdü. Ta ikindi zamanına,
Beyazıt sergisinin dönüp dolaşılacağı saate
kadar ... Bir eğlence şehri ki ahalisi gündüz yatakta,
gece sokakta! (...) Oruç ve ibadet, hilafet
merkezinde, umumi nazardan en dejenere şekli
almıştı: İsraf, zina, sefahat, kumar, tembellik,
sonra da dindarlık taslama ve riya. Yalnız tek
bir noktada kati perhiz: Alkol... Bunun sebebi
hükümet yasağından fazla hiçbir surette giderilmesi
mümkün olmayan pek karakteristik
kokusu!"
Yakup Kadri de Anamın Kitabı'nda özlemle
anlatır çocukluğunun Ramazanlarını. Tevfik
Fikret "Ramazan Sadakası" şiirinde bir vicdan
muhasebesi yapar:
“O süslü haclelerin sîne-i muattarına
Koşanlar, işte bir insan ki inliyor nefesi;
Bakın şu sıska, şu çıplak, şu eğri kollarına;
Bu artık işliyemez; hisse-i mesâisi
Sizindir işte, verin, susturun bu hasta sesi!”
Dönem yazarlarının bir kısmı için de Ramazan
kanto, direkler arası eğlenceleri, müzikli
Enderun teravihleri ile bir ibadet festivali ayıdır.
Ahmet Rasim Şehir Mektupları’nda bu tespitlerin
dışında kalmayı başaran bir isim olarak
edebiyatımıza Ramazan’ı taşır:
“Çok şükür eriştirene? Günleri sıralayan Allah,
oruçlu olan ümmetin hepsini yardımıyla affetsin!
Ramazan denildi mi, iftarın, teravihin, sahurun
hatıra gelmemesi mümkün mü? Fakat arada
mahya, davul meraklılarını da unutmak olmaz.
Onların da kendilerine göre eğlenceleri vardır.
Hatta büyük camilerde kurulan mahyaları bu
sene gecesi gecesine kaydederek uğraşacak olanlar
da nadir değildir. / Davula gelince … Yalnız
mahalle beylerinin eline geçmemeli, geçerse aşçı-
ya, ayvaza, mama dadıya, ihtiyar sütnineye, pehlivanlık
kurallarına, yazın Büyükdere, Bentler
sefasına doyamayan hovarda kırıntılarına, Bulgurlu,
Dudullu, Kartal… köy düğünlerine alışık
zevk düşkünü insanlara, Ortaoyunu seyircisine,
Kel Hasan’a, Kambur Mehmed’e, Komik Arife,
İbiş’e, Tuhaf Atıf’a göbek attırmak işten bile sayılmaz.
/ Ramazan denildi mi sade şu saydıklarım
hatırlanmaz. Sessiz Hacı Reşid, boğazına düşkün
Baba Yaver, garip hareketli Nailî gibi bilinen kişiler
dahi birer birer hatırlanır. Hele Çakmakçılar’ın
çöreğini, Beyazıt sergisini, Hacı Baba’nın
hardalya ile Hindistan turşusunu, Mıgır’ın uskumru
dolmasını, Aşçı Dede’nin un çorbasını,
Hacı Bekir’in reçelini, Fevziye Kıraathanesi’ni,
Unkapanı ve Çukurçeşme’nin davullu zurnalı
kahvelerini, kısacası iftar topuna varıncaya kadar
ne varsa hepsini hatırlamamak mümkün değildir.
/ … Direklerarası çayhaneleri dolar, boşalmaz.
Beyazıt Meydanı’ndan geçilmez. Aksaray’a doğru
yayan inilmez. Şehzadebaşı’nda baştan başa
gezilmez. “Ramazan’dır, biraz sokaklar temizlensin”
diye belediyeye söz söylenmez.”
Mehmet Âkif, Safahat’ında Ramazan, oruç
ve oruç günlerine dair hissiyatını ümmetin yardımlaşma,
birleşme ve birlik olmasına vesile
olması temennisini ortaya koyma olarak değerlendirir.
Hayatı Ramazan’la sınırlı dindarlaşmanın
bir parçası olmadığı için de düşüncelerini
net bir biçimde ortaya koyar. “Bayram
Yeri” şiirinde gözlem, toplumun hali ve merhamet
vurgusu öne çıkarken Asım’da bir hikâye
anlatır:
“Oruç sıcaklara gelmiş. Kır Ağası bakmış ki:
Sabahlar akşam olur şey değil, bu, tiryaki;
Bütün gün esnemeden, hiddet etmeden bıkmış;
Al atla bağdaşarak "Ya sefer!" demiş çıkmış.
Takım rahat, pala uygun, gaza mübarek ola:
Tavuklu, hindili köylerde haftalarca mola.
Ref'iki arpayı bulmuş, keser, ferîh ü fahur;
Bu dört öğün yiyip ister sonunda bir de sahur
Bedava sofraya düştün mü, hoş geçer Ramazan;
Misafirim diye insan mukim olur ba'zan.”
Ramazan’a dair en çarpıcı şiiri de ümmete
çağrıda bulunduğu aşağıdaki şiiridir:
Yâ Rab, şu muazzam Ramazan hürmetine,
Kaldır aradan vahdete hâil ne ise,
Yârab, şu asırlarca süren tefrikadan
Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se.
Mademki verdin bize bir ruh–u nevin,
Yâ Rab daha bir nefha–i teyid insin
Cumhuriyet sonrası şiir ve edebiyatımıza Ramazan
ve orucu doğru bir anlatımla bize aktaran
Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’tur. Karakoç’un
Samanyolunda Ziyafet denemeleri Ramazan
boyunca satır satır okunması ve üzerine düşünülmesi
gereken en kıymetli modern zaman metinleridir.
“İnsan ve Oruç” şiiri bir Ramazan manifestosu
olarak okunmalı ve hayatın bir yerine
not edilmelidir:
“Oruç, ruhun sesi gelir her yıl
Gümüş topuklarını dokundurur kalbimize

Ten ruhun avuçlarının içinde
Hilkat günlerinin yeniden oluşun terlerini döker
İnsan gecesini değiştirir gündüzüne erer

İnsanın olma vaktidir bu erme fırsatı
Ruh emzirir anne gibi yeri göğü fecri
Yeni bir insan gelip nöbete duracaktır

Ey oruç, diriltici rüzgâr, İslam baharı
Es insan ruhuna inip yüce ilham dağından
Kevser içir, âbıhayat boşalt kristal bardağından
Susamış ufuklara insan kalbinin ufuklarına”
* * *
Türkiye bir yol ayırımındadır. Aziz ülkemizin
daha kavi bir akılla yönetileceği ve birlik içinde
Doğu Akdeniz, Kafkaslar, Azerbaycan, Libya, Karadeniz
ve Kuzey Suriye ile Irak’ta iradesine sahip
çıkarak varlığını sürdüreceği vakitlere ermesi
temennisiyle bayramınızı tebrik ederiz.