Dergi Detay

Dergi Resmi

Dil ve Edebiyat (171. Sayı)

“FACİA KARŞISINDA”
Üzeyir İlbak

Başlık merhum Necip Fazıl üstada ait. Erzincan
depreminin ikinci günü 29 Aralık
1939’da yazılmış. Dergideki yazımda
alıntıladığım Maraş depremi ile ilgili yabancı uzmanların
kullandığı ifadelerin neredeyse aynısını
dönemin uzmanlarından Fatin Hoca’ya atıfla “Sismografya
aletleri şimdiye kadar bu derecede şiddetlisini
kaydetmedi. İsviçre rasathanelerinde bile
sismografya âletlerindeki kalemlerin yerlerinden
fırladığı haber veriliyor.” şeklinde kullanmış.
Bugüne kadar kaydedilmiş en büyük kara
depreminden, tarihin en geniş coğrafyasında Kıta
Avrupası ülkelerinin pek çoğunun coğrafi ve yerleşik
nüfusundan büyük bir alan etkilendi. Kurtarma
ve müdahale için yüz binleri aşan insan kaynağına
ihtiyaç duyulan bir bölge tahrip oldu. Tahribat, yol ve
ulaşım durumu gözetilmeden masa başında yapılan
yorumlarla devlet erkini itibarsızlaştırma girişimleri
tipik bir cehalet örneği olarak kayda geçecek.
Deprem dosyası hazırlamaya karar verdikten
kısa bir süre sonra beklentilerimizin çok üstünde
destek gördük. Dernek Genel Başkanı Sayın Ekrem
Erdem ve dergi Yazı İşleri Müdürü Elif Tokkal’ın destekleri
ile beklentileri aşan bir yazı birikimine ulaştık.
Depremi istatistiki veriler üzerinden okuma
yerine edebiyat, sosyal bilim, psikoloji, tarih, ideoloji,
siyaset yapma biçimi ve temel paradigma ile zihniyet
üzerinden okumaya, anlamaya, anlamlandırmaya
çalıştık. Şehir, mimari ve kültürel meselelerde
söyledikleri ve yazdıkları ile tarihe not düşen ve
sorumluluğunun bilincinde bir münevver olan Sayın
Sinan Genim, Roma’dan Osmanlı’ya ve Cumhuriyet’e
uzanan tarihi süreçte İstanbul’un depremlerle imtihanını
yazdı. Süleyman Kızıltoprak, tarih boyunca
kayda geçmiş İstanbul depremlerini merkeze alarak
Anadolu depremlerini yazdı. Numan Aka sosyal medya,
dezenformasyon ve iletişim biçimleri ile deprem
dönemi söz kirliliğinin arka planlarını kurcaladı. Abdülkerim
Diktaş yardımlaşma, diğerkâmlık terimleri
ile tarihe tekrar not düştü. Ergün Yıldırım sosyoloji
biliminin verileri ile “Deprem Sosyolojisi/Toplumsal
Sarsılmaya” atıfla yaşanan zelzeleyi yorumladı. Yunus
Emre Özsaray “Âfet ve Siyaset İlişkisini” 1939
depreminden günümüze oluş biçimlerini yazdı. Olağanüstü
vakitlerde ideolojik körlüğün verilerini dönem
metinleri çevresinde anlattı. Deprem bölgelerinde
sevinçlerini “Allahu Ekber” diyerek gösteren
kurtarma ekiplerinin bugün neden eleştirildiğine de
bir bakıma açıklık getirdi. Deprem taşı, betonu parçalıyor,
demiri büküyordu; ancak 1940’tan bugüne
zihniyet, ideoloji ve paradigma değişmiyordu. “Deli
gömleği ideoloji” paralanmıyordu. Ekrem Sakar “Kader
Ne Değildir” sorusuna cevap aradı. Elif Tokkal
da uzmanlarla bir soruşturma dosyası hazırladı.
1939-1940 Erzincan depreminden emanet
kalan iki şiire de dergimizde yer verdik: Nazım Hikmet’in
“Kara Haber” şiiri ile Yusuf Ziya Ortaç’ın
“Unutma” şiiri. Nazım Hikmet şiirinin hikâyesini
Necip Fazıl’ın 3 Ocak 1940 tarihli Son Telgraf gazetesindeki
“Bir Şiir Münasebetile” başlıklı yazısından
okuyunca yayımlamaya karar verdim. Necip
Fazıl ve Nazım Hikmet gibi dönemin iki dev ismi
ülke söz konusu olunca nasıl bir sorumlulukla nerede
durduklarını anlama bakımından da önemli
buluyorum. Eleştiri ve takdir yüklü ibretlik bir yazı.
Necip Fazıl yazısında şunları söylüyor:
“Her cephesiyle hiç sevmediğim bir gazetede,
yalnız kafa ve âlet cephesiyle hiç sevmediğim
bir şairin, Erzincan faciası karşısındaki duygularını
anlatan bir manzumesini okudum. Manzume (Karahaber)
isimli ve Nazım Hikmet’in./San'at ve fikir
alakadarları yakından bilir ki Nazım Hikmet ve ben;
şiir, san'at, insan, cemiyet, zaman, mekân, her davayı
kuşatıcı geniş dünya telakkilerimiz arasında,
birbirine yüzde yüz zıt iki duygu ve düşünce merkezini
temsil ediyoruz. Birbirimize de sadece fikir sahasında
dişe diş, tırnağa tırnak düşmanız. Ateşle su
arasındaki dürüst ve muvazaasız ihtilâf ifadesine
benzer ayrılığımız, buna rağmen, ondan ve benden
çıkma bir iki sinirli hareket mazur görülecek olursa,
bizi ahlaki olmayan herhangi bir küçüklük ve adilik
planında birbirimize düşürmemiş; birbirimizin, birbirimize
göre kuvvetli ve zayıf taraflarını inkâr ve
istismara saptıramamıştır. (…) Nazım Hikmet'in bu
şiirini ben sevdim ve beğendim. Her şeye rağmen
bu şairin, içinde taşıdığı inkâr götürmez şiiriyet nefesi
ve hassasiyet mayası, çok şahsî bir eda içinde,
kendisine yeni ve güzel bir tecelli zemini bulmuş.
Öyle bir tecelli zemini ki orada Nazım Hikmet, zihin
haletiyle yok da yalnız ruh haletiyle var. Öyle bir
ruh haleti ki şehirli zarafetiyle giyilen köylü elbiseleri
halinde. Anadolu ve Anadolulu içinden alınma.”
Bu şiiri ben de sevdim ve kime okudumsa sevdi.
**
Deprem bize sorumluluk konusunda da yeniden
uyarıda bulundu. İnanç ve bilimin sınırları üzerine
dinî düşünce disiplinlerinin ortaya çıktığı Hicri
ikinci asırdaki tartışmaları yeniden gündeme taşıdı.
“Kader”, “kaza”, “ecel” gibi Kuran’i kavramların çağımız
okumuş cahilleri eliyle ve diliyle tahrif boyutları
üzerine de kafa yormak gerekiyor. İnsan olarak sorumluluğumuz
nedir? İnsan ne olduğunu ve ne yaptığını
neden bu kadar çabuk unutur? Dosya konusu
deprem ekseninden baktığımızda 1939-2023 arasında
yaşanan yüzlerce yıkıcı ve can yakıcı depreme
rağmen paradigmanın değişmemiş olmasını, eğitim
kapasitesinin iyileşmemesini, iyi insan yetiştirmede
yetersiz kalışını sorgulamak gerek.
İnsan aksiyonu sınırlı, sorumluluğu sınırsız tek
ve biricik varlıktır. Temas ettiği ve sorulara cevap
aradığı sürece sorumluluktan kurtulamaz. Bunun en
aziz örneklerinden birini enkazdan çıkarılan çocuğun
uyarısından biliyoruz: “Kedimi kurtarın!” insanı kedi
ve kedi sınıfına dâhil varlıklardan ayıran haslet!
Bilgi ve bilimin verilerine rağmen yanlış yaptığımız
işlerin sorumluluğundan kaçmak nasıl bir
sorumluluk? Bunu insandan başkası telif edemez.
Sorumluluk ve bilmek; bilmemeyi bilmekle başlar.
Bilmiyorum diyemeyen insan komplo teorilerine
ve ezoterik abartılara teslim olur. Bildiğini iddia
edenler de sosyal medya hedonizminin girdabında
ruhunu ve zihnini kirleterek teslim olduğu yalanın
algısında gerçeklikten ve hakikatten mahrum uydurmalarını
köpürterek yaşar.
Düşünmek ve sorumluluğun şuuruna ermek
için de imkânlar ve şartlar uygundur. Herkes ben
neyim ve nelerden sorumluyum? sorusunu kendisine
sorarak işe başlamalı.
**
Zelzele münasebetiyle ekranlarda kullanılan
dilin bozuk ve yanlış olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Enkaz, malzeme ve erzak kelimeleri
birkaç sunucu dışında tüm yayınlarda ve ekranlarda
“enkazlar, malzemeler ve erzaklar” şeklinde
kullanıldı. Bir de "birçok binalardan çıkarılan kasalar"
gibi garip cümleler kuruldu. Doğrusu "birçok
binadan çıkarılan kasalar" olmalıydı. Dil özensiz
ve kötüydü. Enkazdan çıkarılan çocuklar kendilerini
daha doğru ifade ediyordu. Biraz saygı!
**
Fay kırıklarının ülke insanlarını ve insanlıktan
nasibi olan dünya insanlarının kalbine dokunduğu ve
kalplerinde oluşan fay kırıklarının vicdanlarını harekete
geçirdiği bir dönemde, toplumu birbirine kenetleyen
sarsılmaz fay hatlarını medya, sosyal medya
ve siyaset arenasında dinamitleyen ideoloji tutkunlarının
ölçüsüz, insafsız ve insani olmayan tavırlarını
not etmiyor, not alıyoruz. Felaketi, hüznü ve trajediyi
siyasi kazanca dönüştürme derdine düşen bir avuç
güruh, devlete ve millete savaş açtı. Devlet ve milletin
bütünlüğü yoksa hiç kimse ve hiçbir şey yoktur.
**
Mart ayı İstiklal Marşı’mızın kabulü ve merhum
Necip Fazıl Kısakürek'in vefatının 40. yılıdır
rahmet ve hürmetle anıyoruz. Bu vesileyle Mehmet
Âkif'i de “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım"
ve "Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal."
ifadeleriyle yeniden anlamaya çalışmanın vaktidir.
Bir de onun diliyle zelzele kader mi dersiniz?
"Kader” senin dediğin yolda şer'a bühtandır.
Tevekkülün hele, hüsran içinde hüsrandır.
Kader feraiz-i imana dahil... Amenna ...
Yakınları vefat eden dostları aradığımızda
baş sağlığı dileyemedik; çünkü hepimiz ölmüştük.
Fakat yok onda senin sapmış olduğun ma'na.
Hepimizin başı sağ olsun.