Dergi Detay

Dergi Resmi

Dil ve Edebiyat (145. Sayı)

MUHAYYİLE İLE MUSAHABE ARASINDA
Üzeyir İlbak

“Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendi
hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili
yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığı ile görür
ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır.”
Jean-Paul Sartre


İnsanoğlu hikâyelerle büyür, kimliğinin farkına varır ve aidiyet kurar. Sonra
bir hikâye yazar ve yazdığı hikâye ile insanlık değerlerinden edindiği kimlikle
bir yer edinir ve yolculuğa çıkar. Kimliği, hikâyesiyle özdeşse yaşadığı hayatın
anlamını kavrar ve yeni anlam dünyaları inşa edecek hikâyeler anlatır.
İnsan tevarüs ettiği hikâyenin muhtevasına sadık kalarak içinde yaşadığı
topluma, toplumun değerler sistemine yabancılaşmadan yeni bir hikâye bırakabilirse
o toplumu yeniden inşa edebilir, yeniden tarih ve coğrafya ile buluşturabilir.
Geldiğimiz noktada mekân ve coğrafya ile şuurlu bir aidiyet kurma imkânı
kalmamış gibi. Kaybettik hikâyemizi. Muhayyile parçalandı, zihin perdelendi ve
hafızaya format atıldı. Birikim, geri dönüşüm kutusunda şuur düzeyinin en uzak
yerine sürüklendi. Karanlıkta ışık hızıyla giden yitik bir vasıtadayız.
İnsanlar ilahî buyruk ışığında akıl nimetinin analiz kapasitesi, birikimi ve
tefekkürle görkemli âlemin farkında olarak yolculuklarını devam ettirir. Ancak
kimi insanlar hayatlarının bir yerinde asıl kaynağı kirleten kaynaklara toslar
ve yeni kutsallar edinir. Bu yeni alanda asıl hikâyeleriyle yol ayırımına gelirler.
İnsanlar ana yoldan sapmadan hikâyelerine sahip çıkabilselerdi ve tevarüs ettikleri
büyük emaneti dönüştürebilselerdi, insanlık bugün başka bir evrenin kapısında
olurdu. Biz tarihin bir yerinde hikâyemizden koparıldık veya koptuk. Bu
kopuş medeniyetten, kültürden, tarihten ve hatta dinden bir kopuştu. Harften,
kelimeden ve de! Her kopuş bizi büyük ve derin uçurumlardan, şelalelerden
düşürerek kaynaktan uzaklaştırdı ve suyun bittiği yerdeki bataklığa hapsetti.
Tanzimat’la başlayan bilmem kaçıncı kopuştan sonra kültür ve medeniyetle
irtibatımız kesildi ve “devam fikri ideali” tamamen yitikler diyarına gömüldü.
İslam-Doğu aidiyeti hayatımızdan çıkarılırken hayali kurulan Batı, hayatımıza
yeni yetme bir züppe tipi olarak girdi; ancak o da beklenen ve Batı dünyasını
inşa eden temel fikrî birikimden çok uzaktı.
II
Emevîlerle -hatta Nebî’nin (a) vefatıyla- başlayan hakikatten kopuş, tarihin
farklı dönüm noktalarında yeni kopuşlar ve yabanıl eklemelerle hikâyemizi ve yaşama
biçimlerimizi melezleştirdi. Kadim kaynaktan yararlanılarak üretilen verilerin
asıl kabul edilmesiyle ortaya çıkan sapmalar, günümüzde kutsallaştırılarak
temel kabullere dönüştürüldü. Kaynakla ilişkimiz, kurgulanan paralel kaynaklarla
muğlaklaştırıldı. Hint, Yahudi Kabalası ve Hıristiyan ruhbanlığından yapılan eklemelerle
kimi insanlar kutsallaştırıldı ve dokunulmaz kılındı. Toplum dindarlaştırılarak
dinden uzaklaştırıldı; folklorik bir dindarlık “dinin aslının aslı” olarak takdim
edildi. Bu tezi ortaya koyan eserler ve müellifleri kutsallaştırıldı. Tipik bir örnek
olması bakımından Mevlevî Seması bu yeni yetme inşanın ve inanışın bir sonucu
olarak hayatımıza girdi. İslam vahyinden altı-yedi asır sonra ortaya çıkan sema
ritüelinin ibadet kabul edilerek “kadınların sema yapmasının caiz olup olmadığının”
sorgulanması bile bir melezleşme ve sapma örneğidir. Bursa Kılıç Kalkanı,
Zeybek, Erzurum Barı veya Çayda Çırayı kadınların icra edip etmeyeceğini/edemeyeceğini
tartışmadığımız bir ortamda Konya Semasını cinsiyetler üzerinden
tartışmak ve bunu din üzerinden konumlandırmak dinî anlayıştan kopuştur. Burada
kadın ve erkeklerin birlikte oynamalarının/eğlenmelerinin dinî yönünü tartışmak
yerine, kadınların sema etmesi tartışılıyor. Meyhanede sarhoş edici sıvı
içmek caiz mi tartışması kadar abes! 2020 yılının son deminde XIII. asırda ihdas
edilmiş bir hikâyeye yeni bir ekleme yapılarak hikâyelerimiz anlaşılmaz kılınmaya
ve mecrasından uzaklaştırılmaya devam ediyor.
Burada geleneği, kültürel mirası, folkloru, dindarlık menkıbelerini … tartışmaya
açmıyoruz. Şeffaf ve açık olmak kaydıyla tevarüs eden bütün birikim yaşanabilir.
Yaşanan ve yaşanacak folklorik ve spiritüel hayatın dinî olup olmaması
tartışması yapmamak kaydıyla! Dindar çevrelerin bu ve benzeri meseleler
üzerinden açtıkları tartışmalar, inançlı insanların hikâyelerini bulandırıyor.
"The Cemaat/FETÖ"nün yaslandığı geleneğin hikâyesine kulaklarımızı tıkayarak
doğru bir hikâye yazılabilir mi? FETÖ’nün dindarlık hareketinin itibarsızlaştırdığı,
iftira ile işinden ve makamından ettiği ilim insanlarını ve Müslümanları
hatırlayın. “Alnı secdeye değiyor” gerekçesiyle ayrıcalıklı hâle getirilenler,
bir süre sonra eli kanlı birer zalime dönüşebiliyor. “Cemaat” başlığı altında örgütlenen
cehalet mihrakları tevarüs ettikleri anlayışlarından asla vazgeçmiyorlar.
Bunların zihnî kaynakları “dinin aslının aslı” olarak kutsadıkları eserler ve
kişiler olabilir. Arabî, Rumî/Mevlevî, Halvetî, Rufaî, Melamî/Bayramî, Sühverdiye,
Nurcu… geleneğine yaslanarak yaşadıkları hayatı önceleyenler son olarak
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Ali Köse’yi “Bir FETÖ gitti,
bin FETÖ geliyor” dediği için harcamaktan geri durmadılar. Küçük kültürel dinî
gruplar yaşadıkları geleneksel dindarlığı biricik din kabul ettikleri için kendisini
Müslüman olarak tanımlayanlara katlanamazlar. Bundan dolayı da bu meseleyi
FETÖ geleneğine sadık kalarak çözdüler(!). Ali Köse'yi hedefe koyan, aleyhinde
müfteri bir dil kullanmaktan kaçınmayan, harcamak için kampanya yürüten
cemaat ve tarikatlar, amaçlarına ulaştılar. “Alnı secdedeki” cehalet erbabının
hurafe ve iftiraları, hakikate galip geldi ve bir ilim adamı görevinden uzaklaştırıldı.
Ali Köse’den sonra bu konularda bir uyarıcı daha olur mu? Zor! Ancak bir
fikir vermesi bakımından Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın şu sözlerini
hikâyeye eklemek ve her konuda yeniden okumak gerek.
"Eğer bir yerde masum ve hatasız kabul edilen kişiler varsa, doğru bilginin kaynağı
şahıslar, rüyalar gibi subjektif şeylerse, birtakım kitaplar İslam'ın temel kaynaklarından
daha çok itibar görüyorsa, hakikat tekelciliği yapılıyorsa, akıl, mantık
ilkelerine ve ahlâk değerlerine aykırı söylem ve davranışlar varsa eleştirel düşünce
kötüleniyor, sorgusuz teslimiyet isteniyorsa biliniz ki orada İslam'dan başka
bir inanç, başka bir anlayış egemendir. (…) Bir yerde şiddete davet eden, tekfir
ve tehdit eden bir dil, İslam coğrafyasında kavga ve tefrikaya çağıran bir tutum
varsa orada Müslümanca bir feraset, basiret, davranış ve ahlâk yok demektir."
III
Yeni bir yıla ve hikâyeye yeniden başlarken büyük hikâyelerimizi yeniden
düşünmek ve “dünümüzü bilmeden bir yarınımızın olamayacağının şuurunda”
olmak zorundayız. Hep gurbeti sılaya dönüştüren bir yolumuz ve yolculuğumuz
oldu. Büyük göçlerin gerçekliği üzerine tartışmadan yaşadığımız büyük hikâyelere
yoğunlaşalım. Malazgirt Zaferi'yle başlayan İstanbul’un Fethi ile devam
edip Viyana kapılarında durdurulan büyük hikâyeye bakalım. Bu yolculukta/
yolculuklarda ruhumuzu taşında eriterek kurduğumuz İznik, Bursa, Edirne, İstanbul,
Konya ve Cumhuriyet'le hayatımıza dâhil olan Ankara üzerine düşünelim
ve hikâyeler anlatalım.
Malazgirt’te din ve etnik aidiyete bakmaksızın birlikte mücadele ederek
Roma zulmünün son temsilcisi Bizans’ı mağlup edişimiz üzerine düşünelim.
Küçücük “Kayı Uç Beyliği”nin Hıristiyanlık konsüllerinin merkezi İznik’i alarak
Bursa’da devlet oluşlarını, denizle kucaklaşarak Gelibolu’dan Avrupa’ya ayak
basışlarını ve İtilaf Devletleri’nin I. Dünya Savaşı’nda Gelibolu’ya neden bu
kadar yüklendiklerini anlamaya çalışalım. Çünkü bu, bu toprakların hikâyesidir.
Selçuklu ve Osmanlı’yı devlet anlayışı, medeniyet birikimi, kültürel zenginliğiyle
anlamadan Cumhuriyet’ten bir terkip üretmek ve doğru bir hikâye yazmak
imkânsızdır. Hatta gelip sılaya dönüştürdüğümüz topraklardaki büyük mirası da
anlamak ve öncü nesillerin Roma-Bizans mirasını hangi sentezle dönüştürdüklerine
bakmak durumundayız. Kaşgarlı ile başlayan dilimizi birilerine öğretme
çabasının nasıl bir medeniyet, ilim ve şiir diline dönüştüğünün hikâyesine de
ihtiyacımız var. Bu gün medyaya, plazalara, kamu kurumlarına, sokaklara ve
günlük dile musallat olan özenti ve kifayetsiz muhterisin diline dönüşen yabancı
kelimelerin istilası karşısında yapılması gerekenlerin hikâyesi de öncülerin
hayatında var. Hikâyemize dönebilsek! Dünü kutsamadan öğrenirsek bu bilgi
hayatımızı yeniden inşada rehber olur, bizi medenî birer bireye dönüştürür ve
dijital çağdaki göçebelikte sılamızı doğru konumlandırmamıza yardımcı olur.
Bizim Hikâyemiz
1 Ocak 2009
Dil ve Edebiyat dergisinin birinci sayısı yayımlandı. Bu hikâyenin ilk sayısının
kapağında “Bin Yıldır Sönmeyen Işık Kaşgarlı Mahmud” vardı. Dil meselesi son iki
asırda gündemden düşmeyen ve her geçen gün yeni krizlere ve kaoslara zemin
hazırlayan tartışmaların merkezine yerleşmiş durumda. Nesiller arasında doğru
iletişim imkânı yoktu. Ortak metin okuma ve aynı şeyi anlama “Alnı secdedeki”
cehalet erbabının hurafe ortamı da kalmamıştı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur
romanında Mümtaz’a söylettiği “Bugün Türkiye'de nesillerin beraberce okuduğu
beş kitap bulamayız” tespiti, dede-torun hatta baba-oğul düzeyinde gerçekleşmişti.
Bir hikâye anlatacaktık; ancak hikâyemizi anlayacak kaç kişi bulabilecektik?
El yordamıyla yolculuk yapanlar, derdini/ıstırabını çektikleri şeyi anlatmanın
biricik vasıtası dilin farkına varmadan hiçbir şeyi anlatamayacaklarını bilecekler
miydi? “İnsan kör geçer yaşam yollarından” diyordu bir yazar. Geçerken yozlaşan
hayatların, çıkışı olmayan yoksullukların, zihnî çöküşün, başarısızlığın, bir yabancı
dil öğrenememenin basiretsizliğinin ana dilini bilmemekten kaynaklandığını hangi
dilden bir hikâye ile anlatmalıydık? Zihnî çöküşün, dinî çoraklaşmanın, kültür
ve medeniyetten kopuşun yegâne sebebinin dilde yoksullaşma olduğunun farkına
vardığımızda pek çok meselemiz kendiliğinden çözülecek. Bizim yol hikâyemiz dil
ve anlatım hikâyesidir.
Dil zaman, mekân ve insanla ilgili bir olgudur. Mekân, zaman ve insanın
değişimiyle dil de değişime uğruyor. İnsanın anlaşma vasıtası olan dil, aynı
zamanda tevarüs eden dinî, edebî, kültür ve medeniyet varlığını muhafaza
etme ve aktarma vasıtasıdır.
Tanzimat Dönemi’nde Batı'ya öykünerek gerçekleşen muhtemel yenileşme
ve medenileşme girişimleriyle kültür ve dilin topyekûn Batı’nın istilasına
açılacağı endişesi ve bunun doğuracağı tehlike, bazı fikir adamlarımızca fark
edilmiştir. Geç kalmamak ve birikimi korumak üzere Şinasi, Ziya Paşa, Namık
Kemal, Şemseddin Sâmi gibi münevverler bu dönemde Türkçe'nin zamanın
talepleri ve ihtiyaçları ölçüsünde sadeleşmesi için çaba gösterdiler. Ancak bir
süre sonra tercüme gayretleri, Batıya öykünme ve ölçüsüz taklitçilik neticesinde
dilin kuralları ve doğal değişim süreçleri göz ardı edildi. Sadeleştirme ihtiyacı
dilde tasfiyeye zemin hazırladı. Dil Devrimi’yle kültürel hayatımız ve dilimiz
Harf İnkılabı’nın sebep olduğu yıkımdan daha büyük bir yıkıma ve kopuşa sebep
oldu. Öz Türkçecilik, dilimizi güçlendirmek şöyle dursun ifade gücünü, musikisini
ve estetiğini bozdu. Çankaya kitabının yazarına göre Gazi’nin 'Nutuk'u dil
inkılâbından önce yazıldığı için, Namık Kemal mektebi üslûbundadır. Atatürk'ü
besleyen edebiyat o idi. (…) Dilin Türkçeleşmesine inandıktan sonra bütün zevklerini
ve âdetlerini fikirlerine feda ettiği gibi, o kadar sevdiği üslûbunu da içilmiş
bir cigara gibi atıvermiş”ti; ancak İlber Ortaylı Cumhuriyet'in İlk Yüzyılı isimli
söyleşi-kitabında "Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine kurulduğu topraklar Osmanlı
Devleti’nin anavatanıdır. Bu nedenle Cumhuriyet'le beraber devlet devam ediyor;
diliyle, diniyle, toprağıyla ve insanlarıyla elbette Osmanlı’nın halefi biziz.
Türkiye bir ‘reddi miras’ hakkına sahip değil" diyerek hikâyenin devam ettiğini
söyler. Ki Gazi de dil konusunda hata ettiklerini söylemekten çekinmemiş ve
“hatadan dönülmesi” gerektiğini çevresindekilere söylemiştir.
Dilin Batı dillerinin tesirinde yozlaştırılması, tabelalar, yabancı dille eğitim-
öğretim benzeri endişelerle başlayan hikâyemize edebiyat ve kültür-medeniyet
alanlarında ortaya koyduğumuz tartışmaları da ekleyerek her ay yeni
bir heyecanla yolculuğumuzun hikâyesini yazdık ve yazmaya devam ediyoruz.
Ocak 2021
Dil ve Edebiyat dergimizin 145. sayısıyla sizi, dünyada ve ülkemizde yaşanan
salgına ve tüm olumsuzluklara rağmen yeni ve umutlu hikâyeleri birlikte
yaşamaya, yazmaya ve anlatmaya çağırıyoruz. Tanzimat, I. ve II. Meşrutiyet
ile Cumhuriyet tarihi buyunca yetiştirdiğimiz nesillerin macerasını unutmadan
yeni ve güçlü bir ülkede yaşamak istiyorsak yerli ve coğrafyamızın inanç,
kültür ve medeniyet birikiminden beslenen büyük bir hikâyeye ihtiyacımız var.
Tevarüs eden İslam düşüncesi, Roma-Bizans-Grek birikimi ile kadim Fars
tecessüsünün sentezinden inşa ve keşfettiğimiz insanlık mirasını yorumlayarak
ulaştığımız olgunluk, duygu ve bilgiyi İstanbul’a naklettik. Bu yeni muhteva
ve yorumu şehre uygulayarak dünya tarihinin en büyük kozmopolit şehir örneği
İstanbul'u inşa ettik. Malazgirt'te başlayan ve Dumlupınar Muharebesi'nden
sonra yürüdüğümüz İzmir'de hasretiyle yandığımız ne kadar hikâye varsa
İstanbul’dadır, Trakya ve Anadolu'dadır. İstanbul'u doğru bilmek, okumak ve
anlamak zorundayız. Ayasofya'yı, Zeyrek ve Fatih'te camiye dönüştürülmüş
kiliseleri, Perşembe Pazarı'ndaki Arap Camii ve Sinan'ın eserlerinin hikâyelerini
bilmek makamındayız. Balyan ailesinin dinî ve sivil mimarimize yaptıkları
katkıların hikâyesini de dinlemeliyiz. Durduğumuz her eşik, bize yeni bir ufuk
açacaktır. İstanbul’da İstanbul’la yaşamanın anlamını kavradığımızda insanlık
tarihini anlayacağız; çünkü biz, İstanbul'un son hikâyesinin kahramanlarıyız.
Bu aziz şehrin son beş yüz yılının hikâyesi, şehrin terbiyesi, dili ve mimarisi
bize aittir. Şiiri, yaşama sanatı, muaşeret ve dinî hayatıyla İstanbul, ruhu ve
tecessüsüyle bizim hikâyemize tanıklık eder.
Hikâyemizi anlatmaya devam edeceğiz.
“Ulaşamadığınız ne varsa mutlaka ona giden bir yol vardır.” Erdem Bayazıt
***
Yeni bir yılın ve vaktin eşiğinde yeni yılları, zamanları ve yeni bin yılları anlamlı
birer hikâyeye dönüştürecek merhamet kuşanmış insanları ve insanlığı
selamlıyoruz. Cesedi Ege kıyılarına vuran Aylan bebeğin hikâyesini ve Akdeniz
sularını mazlumların mezarlığına dönüştüren zalimlerin hikâyelerini unutmayan
tüm insanlar ve insanlık; insanlık onuru için ayağa kalk!