Dergi Detay

Dergi Resmi

Dil ve Edebiyat (139. Sayı)

BİR ESKİ SÖYLEYİŞ MUSÂHABE*
Üzeyir İlbak

"Oku” emrine muhatap olan peygamberin cevabı “ben okuma bilmem”-
dir. İnsan, bilmediğini bildiğinde, bilmenin kapısındadır. Dil ve Edebiyat
dergisinin her sayısına bilmediğimizi bilerek başladık ve hep zamanın,
vaktin, anın, hayatın … talebesi olduk. Her sayıda ömrünü yaşadığımız
zamanı ve evreni ıslah etmeye adamış üstadlara talebe olmanın heyecanını yaşadık.
Kimi zaman Cemil Meriç “ihtiraslarım yoktu” diye fısıldadı. Bazen Necip Fazıl'ın
"Kim var? diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert ‘ben varım!’
cevabını verici, her ferdi ‘benim olmadığım yerde kimse yoktur!’" diyen sesi çınladı
kulaklarımızda. Ağabeyler çağından Cahit Zarifoğlu "O sabah ezan sesi gelmedi
camimizden/Korktum bütün insanlar, bütün insanlık adına" diyerek insanlığın huzur
ikliminin kaynağını hatırlatırken “Seçkin bir kimse değilim/İsmimin baş harfleri
ACZ tutuyor/Bağışlamanı dilerim” makamında alçakgönüllülük dersi veriyordu.
Nuri Pakdil usta ”Sükût, dünyanın en uzun cümlesi… Dilimin döndüğü kadar
sustum! İnsanın damarlarında sağlam cümleler dolaşmalıdır. Yüreğimizin yarısı
Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır” dedi ve
güzel kelimeler bırakıp gitti. Sükût ettik.
Harbiye’de Attila İlhan’la sohbet ederken “Bazıları şiir sevmez, çünkü onların
yaraları yoktur. Yaraladıkları vardır” sözü bir duvar gibi yükseldi. Bazı vakitler Kemal
Tahir’e kulak kesildik. “Kitap olmayınca aktan kara, eğriden doğru ayrılmaz.
İnsanoğlu çiğ süt emmiştir, kuzu gibi bakar ama yılan gibi sokar. Tarihten kaçmak,
namustan, doğruluktan, bilgiden kaçmaktır. Çürüdük hepimiz, çürüdüğümüzün
farkına varmadan çürüdük!” yakınmaları yankılandı zihnimizde.
Mehmet Akif’in öncülüğünü hep değerli bildik. “İnan ki: Her ne demişsem görüp
de söylemişim./Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:/Sözüm odun gibi
olsun; hakikat olsun tek!” Sezai Karakoç “Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde
aşkı/Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum/ Gelmiş dayanmışım demir kapısına
sevdanın/Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum/Ben aşkı göğsümde
kurşun gibi taşıyorum” dediğinde Kudüs, Kurtuba, Bağdat, Semerkant, Bosna, İstanbul,
Mekke-Medine kardeşti ve ruhu gasp edilmiş şehirlerdi, ruhlarını ve efsunlu
izlerini takip ettik. Bunun için “En onulmaz yarası olanlar/Ta kalplerinden
vurulmuş olanlar/Yüreğinden insanlıktan bir iz taşıyanlar”ın yüklendiği sorumluluk
ve şuurla her ay yeni bir yolculuğa çıktık; yolculuk kavi yüreklerle sürüyor, sürecek.
Yazmak, bir sorumluluktu. Kelimeleri “kelimullah”tan ötürü kıymetli bildik ve
Kitab’ın “Yemin olsun kaleme ve satır satır yazdıklarına” (Kuran:68/1) ifadesinin
1400 yıllık ağır donanımını yüklendik. "Fesada, cehalete, fısıltıya ve duymaya
ayarlı malumata açık olmasın söz" diyerek yazılanları inceledik ve yazdık. Okumamayı
ve bilmeden bilmeyi ayrıcalık sayan, bilgiyi ve bilgeliği diploma ile eşitleyen
aklın fukaralığının ürkütücülüğü sarsıcıydı. Sesini yükseltmeyi, bilgi ve bilmekle eş
tutanlar da cehalet kapısının nöbetçileriydi.
“Bilmiyorum” diyebilmek filozoflardan tevarüs etmiş nebevî bir ayrıcalıktır.
Cemil Meriç’ten emanetle “hükümlerimi tayin eden ihtiraslarım değil. Belki tek
kurtuluş imkânım vuzuhu fethetmek”tir.
İnsanlığın muallimi Aristo “Bütün insanlar, doğaları gereği bilmek isterler.”
II.
Ayasofya. 1.500 yıllık bir mabet. İlk inşa tarihi 532-537. Kutsal Bilgelik ya da
İlahi Bilgelik anlamındadır Ayasofya. Hıristiyanyanlık tarihi süresince papa temsilcisi
ile patrikin birlikte gerçekleştirdikleri tek ortak ayinin mekânıdır. Kimi yorumculara
göre modern zamanların AB’sinin temelleri burada atılmıştır. Ayasofya,
fethin kılıç hakkıdır. Bağımsızlık sembolüdür.
III.
Bir Cemil Meriç geçti dünyamızdan. Dehanın anlamlandırdığı kelimeleri Doğudan
ve Batıdan yontarak bize emanet etti ve sıcak Haziran günlerinin birinde gitti.
Yaslanarak güç devşireceğimiz irfan kuleleri bıraktı. Anlama ve bilmenin anlamsızlaştırıldığı
bir dünyada, anlamayı anlamamız için kelimelerden saraylar bırakarak
gitti. Erdem Beyazıt’ın “Onlar gittiler/Gelen zamandan bir haber gibiydiler./
(...)Giderken bir muştu gibiydiler” dediği gibi gitti.
“Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla. Ben kalemle doğmuşum. İnsanlar
kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım. Kelimelerle mûnisleştirmek istedim düşman bir
dünyayı. Şiirle başladım edebiyata.” (…) "Üslûpta ilk ceddim Sinan Paşa; sonra
Nazif, Cenab ve Haşim. Amacım yazarı okuyucudan ayıran bütün engelleri yıkmak,
sesimi bütün hiziplere duyurmak. Şuurun, tarihin, ilmin sesini. Öyle bir ifade yaratmak
istiyorum ki, Türk insanının uyuşan şuuruna bir alev mızrak gibi saplansın.
İsrâfil’in Sûr’u kadar heybetli bir dil. Sanatla düşünceyi kaynaştırmak" (Mağaradakiler:
449, 451).
Cemil Meriç fikir haysiyetinin ve entelektüel duyarlığın zirve isimlerindendi.
Bitmez tükenmez hayal gücünün yanına kitapları koyarak Ganj kenarından Hint
bilgeliğini, yaşadığı coğrafyanın yaslandığı irfanî derinliği, Batının rasyonel aklını
bizimle paylaştı. Balzak’la yaşadığı Paris’i ve Sen nehrini görme hayaliyle
gittiği Paris’te yaşadığı hayal kırıklıklarını “Elimde demir âsa, ayaklarımda demir
çarık ona koştum. Paris’te yoktu Paris. Paris kapılarını kapadı yüzüme. Sadece
kokusunu duyabildim. (…) Paris evde yoktu. Ben rüyada gördüm Paris’i. Gülümsedi
ve kayboldu. (…) Paris’teyken Paris’ten çok uzaklardaydım. Okuyamıyordum da
Paris’i” diyecekti.
O bir muhacirdi. Ailesi Balkan Harbi sonrası zorunlu hicretle tehcir edilmişti.
Meriç nehrinin hayatlarına eklediği hüznü, Asi nehrinde dindirmeye çalışırken
Hatay Fransa’nın işgalindedir, Cemil Meriç lise öğrencisidir. İsyanını Asi nehriyle
paylaşırken işgali eleştirdiği bir yazısından ötürü okulla ilişkisi kesilir; ancak kitapla
ve bilmeyle yolculuğu engellenemez.
“Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmak için en mükemmel
silah: Kalem!” Rahmet ve dua.
Musâhabe [ ]: Soḥbet, arkadaşlık etmek, beraber olmak anlamında muṣāḥabe – muṣāḥabet şeklinde kullanılan
bir kelimedir. Karşılıklı konuşma, görüşme, sohbet. Edebiyatta sohbet şeklinde yazılmış bir yazı türü için de
kullanılmıştır. Musâhabât-ı ilmiyye (İlmî sohbetler) ve Musâhabât-ı edebiyye (Edebî sohbetler). Çoğulu musâhabattır.
Karşılıklı konuşmalar, sohbetler, musâhabeler. Kelime ile Muallim Naci, Yahya Kemal, Refik Halit Karay ve Cevdet
Paşa'nın metinlerinde karşılaşılır. Kimi tasavvufî sohbet metinleri de MUSÂHEBELER ismiyle yayıml anmıştır.