Dergi Detay

Dergi Resmi

Dil ve Edebiyat (123. Sayı)

Fıtratın İğvası
Üzeyir İlbak

I.
Âdem peygambere öğretilen kelimeleri tekrarlamaya
başladığından beri insanoğlunun zihni bir kaos/karmaşa
yaşıyor. Çevresiyle ve tabiat kitabıyla kurduğu ilişki sonucu
ulaştığı sonuçlardan edindiği özgüvenle hep kendisinde bir
güç vehmetti. Yaratılış doğasına/fıtratına aykırı tercihlerde
bulundu. Doğası/fıtratı tercih ve yeni bilgilerle donandıkça,
yeni çatışma alanları, ret ve kabuller edinmeye başladı.
Bilgi, bilgeliğe dönüştürülemediği için iğvaya gerekçe oldu.
İnsanlık inanç sistemini üst kimlik olarak benimseyip
hayatını ve bilgi yolculuğunu inançlar sistemine uyarladığında
çatışmacı ve kaotik anlayış, uyuma evirilerek fitrî
yaşantının sürdürülebilirliğine katkı verecektir. Her iğva
ve ihlal devri yeni bir inanç ve ihya devri ile devam etti.
İnsanoğlunun inanca ihtiyacı hep olageldi. İnsanı inanç
sistemlerinin dışına iten retçi anlayışlar, tarih boyunca hep
azınlıkta kaldı. Aslında din gerçekliğini reddeden insanlar
ezoterik ve gnostik yaşam biçimlerine sığındılar. Farklı
isimlerle tanımlansalar da ilham ve rüyaya dayalı heva ve
heveslerini kimi zaman da nihilist tutkularını inancın yerine
ikame ederek insanı insanlıktan kopuşa yönelttiler.
XXI. asır inancın, sistematik düşüncenin, analitik kavrayışın
ve iyilik eyleminin anlamını yitirdiği; popüler algının hakikat
yerine ikame edildiği bir zaman dilimi olarak önümüzde
duruyor. Hayata dair değer yargıları, fıtri iyilik duygusu,
paylaşımcı erdemlilik yerini bencillik ve kötülüğe bırakıyor.
Yaşayan dinleri kimi uyanıklar birbirine karıştırıp “diyalog
kavramının” arkasına saklanılarak melez bir dindarlık üretti.
Hiçbir inanç sistemi ortaya çıktığı veya vahiy edildiği saflıkta
durmuyor. Âdem’in oğullarına atfedilen menkıbe, bencillik
tarihinin birinci sayfasıdır. Musevilik, peygamberi daha
hayattayken inananlıları tarafından tahrif edildi. Kuran’ın en
çok atıf yaptığı “buzağı yapmak”, “buzağıya tapmak”, “ilah
edinenler”, “Allah’tan başkasına ilahlık yakıştırılanlar”, “Allah’tan
başka veli ve şefaatçi edinmek”, “hevâsını ilah edinen”,
“Babalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter”…
benzeri ifadelerle zikredilen sapma ve ed-din gerçeğinden
kopma süreçleri bir gerçeklik olarak varlığını sürdürmektedir.
Bütün bu sapma ve saptırma hatta hakikati tedavülden
kaldırma girişimleri çoklukla bir iyi niyet örneği olarak sunulmaktadır.
Kadim zamanlar ve tarihi miras bizi önce kabile üzerinden,
ardından mezhepler üzerinden ayırımlara tabi tuttu.
Doğu ve Batı'dan inanç havuzuna akan nehirler, zehirleyici
paralel-mistik dindarlık biçimleri taşıdı hayatımıza. Modern
zamanlarda doğru dürüst adını koyamadığımız ideolojik ve
fikri ayrılıklar üzerinden irili ufaklı birçok parçaya bölündük.
Liderler, ideolojiler, efendiler, şehirler, bölgeler, etnik aidiyetler,
diller, medya, yaşama biçimleri üzerinden birbirimizin
ötekisi olduk. Küçük düşünce ayrılıklarını, yaşam tarzı
farklılıklarını ve siyasi tercihleri gaflet, dalalet, hainlik, küfür,
serserilik (…) olarak niteledik. İnşa ettiğimiz din-darlık
biçimlerini Allah’ın ‘ed-Din’ diye tarif ettiği İslam’ın yerine
ikame ettik. Tekfir etmede Yahudi geleneğinin haram ve
Hristiyanlığın aforoz anlayışını geride bıraktık. Müslümanca
düşünen bilim insanlarına karşı tekfir girişiminde bulunan
dindarlara karşı başlatılan imza kampanyaları neler
kaybettiğimize örnek olması bakımından önemlidir.
İkiyüzlülük çağında menfaatlerimiz gereği, meşruiyet sınırlarını
kendimiz belirliyoruz. İlke ve kurallardan arındık, ben
merkezci ve bencil küçük aidiyetler kurduk. Dürüst olmak ve
açık olmak yitik hasletlerimizden. Düello yapmak yerine tuzak
kurduk ve iki yüzlü davranış kalıpları ezberledik. Üste karşı
mutabasbıs/dalkavuk, ast için despot ve zalim olduk. Eşitler
arası diyalog -istişare/müşavere- sürecine giremedik. Muhakemeden
yoksun ilkel çağların avcı çocukları gibiyiz. Medeni
ve büyük bir topluluğa, kültürel ortama ait olarak yaşamak
bize sıkıntı vermeye başladı. Farklı inançlara, yaşama biçimlerine,
hayat tercihlerine kapattık kendimizi; “farklı” insanların
neden bu şekilde oldukları konusuna kafa yorma ihtiyacı bile
duymuyoruz. Farklıysan yoksun, sesin çıkıyorsa hainsin, sakal
ve cübbe dindarlığına mensup değilsen kafirsin. Hele hicri II.
asır sonrası dini tasniflerden birini eleştiriyorsan vay haline.
Düşünce ve akıldan arınmış mürit imanıyla dini ve gerçekliği
yok say, söylenen/anlatılan tahkiyeyi dindarlık olarak hayatının
merkezine koy ve rahatça yaşamaya devam et (!).
Kendi küçük dini atmosferi dışında nefes alamayan,
düşünmeyen, aklını tatil konforunda uyutan mürit “sol elle
yemek yemenin ve ayakta su içmenin haram” olmasını
dindarlığın iman esasına dönüştürürken; “hak yeme”, “makam
kapma”, “kayırılarak ihale alma”… konusunda suskun
kalmayı tercih etmektedir. Hatta hakkı olmadığı halde kimi
cemaat ve kent lobileri üzerinden edindiği koltuktan aldığı
güçle diğer insanların hayatlarına dair tasarrufta bulunmakta,
aldıkları kararlarla insanlık için ciddi tehlikeler
ortaya koyacak kontrolsüz bir mahluka dönüşebilmektedir.
Yıllar boyu üniversitelerde, kamu kuruluşlarında, özel
şirketlerde sadece kendisi gibi düşünen ve sadece kendi
inanç ve ideolojik değerlerine inanmış insanları bir araya
toplayan ve “ötekiler”i dışlayan, öğrenim görme hakkına
tahammül edemeyen, bu reflekslerle kadrolaşan kafanın
çektirdiklerini yeterince müşahede etme imkânım oldu.
Bütün bu garipliklerden ders çıkarabildiğimizi söyleyebilecek
durumda mıyız? Biz insanlık sınavını, bizim haklarımızı
gasp edenlerin ahlaki telakkilerini benimseyerek kaybettik.
Bir zamanlar aziz ülkemizin kurumlarında “rejimi korumak
ve kollamak” gibi müphem ve hukuki olmayan bir
takım endişelerle, liyakate bakılmaksızın sürdürülen kadrolaşmanın
nasıl bir aptallık ve körlüğe neden olduğuna
tanıklık ettik, izledik ve maalesef izlemeye devam ediyoruz.
Türkiye’de darbelere, ideolojik-kurumsal vesayete, adam
kayırmacılığa, bölgeci hemşericiliğe, haksızlık ve akla gelebilecek
her türlü belaya bizi sürükleyen “tanıdık-bizden
adam” seçme ilkelliğiydi. Artarak devam ediyor.
II.
Hatırlayalım. 28 Şubat 1997. İnsanlar inancından dolayı
aşağılanmakta, eğitim-öğretim haklarından olmaktadır. Okul
kapılarındaki polis sayısı, öğrenci sayısından fazladır. Kampüslerde
ikna odaları kurulmuştur. Okullarının son sınıflarındaki
tıp öğrencileri ve diğer üniversitelerdeki öğrenciler gayrı
insani baskılara maruz bırakılmıştır. Medya askeri borazana
endekslenmiş sesiyle “ötekileştirmeyi meşrulaştırma” ve kamuoyu
oluşturma çabasındadır. Halkın seçtiği iktidar ve belediye
başkanları görevlerinden uzaklaştırılmaktadır.
Bugün yukarıda sayılanların tamamı hükümsüzdür. Vesayet
çöpe atılmıştır. 28 Şubatçıların bin yıllık hayali, sükût-ı
hayaldir. Medya el değiştirmiştir. Her kim neye inanıyorsa
inancını özgürce yaşamaktadır. Yıllar boyunca kılık-kıyafetinden,
ibadet alışkanlıklarından, siyasi tercihlerinden ve
yaşam tarzlarından ötürü hor görülen 28 Şubat mağduru
insanların önemli bir kısmı bugün, dün kendisini ötekileştiren
kişiyi ötekileştirerek mağdur etmekte veya mağdur olmasına
sebep olabilmektedir. Ne kötü bir döngü! Hatta o
gün birlikte mağdur olanların bir kısmı, edindiği ehl-i sünnet
dinî yorumlu meşreplerle mağduru madun-hain ilan edip
tekfir etmekten kaçınmamaktadır. Rivayet kültüründen
devşirilen ardıl kaynaklara yaslanarak İslam inancına sahip
insanların böyle davranmasının önündeki en büyük engel,
“ed-Din”in kitabı olan Kuran-ı Kerim’deki açık hükümlerdir.
Kur’an, Müslümanlara her zaman adaletli olmayı, işi ehline
vermeyi ve diğer insanlara işte-ticarette, ahlakta, çalışkanlıkta,
dürüstlük ve adalette “örnek” olmayı öğütler; daha açık
bir ifade ile doğrudan emreder. Dindarlar bu emirlere aykırı
hareket ederek “inandığı dini korumak adına” bu yanlışları
yaptıklarını düşünüyorlarsa burada kendilerini kandırmakta
Müslümanları da yanıltmaktadırlar.
III.
Ve hatırlayalım. Balkanlardaki insanlık dışı vahşi kıyım
ve soykırımın ardından ateşkes ilan edilmiş Bosna meclisindeki
Müslüman Boşnaklar, Sırp ve Hırvatlara karşı neler
yapacaklarını tartışmaktadır. Ağırlıklı kabul gören fikir
“onların bize yaptığını misliyle onlara ödetelim”dir. Aliya
İzzetbegoviç söz alır ve bir Müslüman vakarı ve özgüveni
ile şu tarihi cümleyi söyler: “Yeryüzünün öğretmeni olmak
istiyorsanız, göklerin öğrencisi olacaksınız, Sırpların
değil!” Bu büyük söz hiçbir ‘ama ve fakat’la tevil
edilemez. Hayatı, hayatın kitabına yaslanarak yaşamayı
tercih edersek savaşta bile, adaletle hükmetmekle yükümlü
olduğumuzun şuuruna varırız. Dinin kitabını ciddiye almayan
dindarlar, beklenen mehdi için azık biriktiredursun;
Müslümanlar yeniden kitaplarına dönmeli ve ısrarla “Bizi
dosdoğru yola ilet” ve “Ancak sana kulluk eder ve yalnız
senden yardım dileriz” (KK:1/5) demek zorundadırlar.
Modern çağ yeni ve farklı "buzağıya tapma" ve "veliler
edinme" biçimleri üretti. “Bir hikmeti vardır” retoriğine inanmak
“Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz”
(KK:1/5) ayetinin yerine ikame edildi. Futbol takımı tutar gibi
din, mezhep, meşrep tuttuğumuz zamanlara erdik. Kuran’da
karşılığı olmayan dinler, inanç sistemleri ve ibadet biçimleri
edindik. Buda boncuğunun yerini Çin zikirmatiki aldı. Yaptığı
ibadeti müdrik olmayan müridin hayatında “iyilik ve ahlakîlık”
istikametinde bir değişiklik olmuyor. İbadet biçimleri ve
göstergeleri din-darlık olarak arzı endam edeli beri, beş vakit
farz namazın 17 rekatının her birinde okuduğumuz “Bizi
dosdoğru yola ilet” ayetinin sonuçları ile karşılaşmıyoruz.
“Doğrudan sapmışlar” olarak tarif edilenlerin yaşama biçimleri,
hak ihlalleri, kötülük ve gayrı ahlakîlık hayatımızda çokça
yer almaya başladı. Yasal-helal- haram, iyilik-kötülük… kavramlarının
anlam çerçevesi korozyona uğradı. İnanç sistemi
ezbere, birilerine tabi olmaya, ezoterik ve gnostik uluhiyete
indirgendi. Maalesef, düşünmeyi farz addeden, inandığına
ezberlerle değil, aklı ve gönlüyle inanmayı öne çıkaran dini
anlayış hayatımızdan çıkarıldı.
Bugün, birlikte ibadet ettiğimiz insanlar, aslında bizi “kendilerinden
olmayan” insanlar olarak tanımlamakta, her geçen
gün uzlaşma kriterleri yerine ötekileştirme alanlarını çoğaltmaktadırlar.
Bundan dolayı da Türkiye’de “İslami hayat tarzına
mesafeli duran” insanların önemli bir kısmı, İslam’dan ve
Müslümanlardan değil, din-darlardan çekinir. Görünür dindarlık
artıkça “göklerin öğrencisi” olmaktan uzaklaşılmakta, insanların
İslam’a-Müslümanlara olan mesafeli duruşları da artmaktadır.
Aliya “İslam güzel de Müslümanlar nerede?” diye sorarken
İkbal ve Âkif’le yan yana duruyor.