Dergi Detay

Dergi Resmi

Dil ve Edebiyat (122. Sayı)

Ahlaki Sorumlulukları Yeniden Kuşanmak

Üzeyir İlbak

 

Yeni bir ahlakın inşasına olan ihtiyaç, her geçen
gün artmakta ve bu konuda neredeyse
hiç kimse bir çaba harcamamaktadır. Ahlak
kavramını soyut bir anlayışın ana malzemesi olarak
görme alışkanlığı temellendirilmeye ve mümkünse
dönüştürülmeye muhtaçtır. Çünkü ahlakın, iyi ve kötünün
sonuçları veya çağın diliyle çıktıları (kazanım
ve kayıpları) olduğu için ahlak somuttur; toplumu inşa
veya imha eder. İnsan akıl nimetiyle diğer varlıklardan
ayrılır; bilgisi, düşüncesi ve yapıp-ettikleriyle özel
bir varlıktır. Ancak aynı zamanda tarih boyunca bu
ayırt edici vasfından zaman zaman kuşku duymuş, birilerinin
retoriğine tabi olarak sorumluluklarından da
kaçmıştır. Oysa yaratıcı “irade ve sorumluluk sahibi
bir varlık”tan söz eder. "Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden
daha fazlasını yüklemez: kişinin yaptığı her
iyilik kendi lehinedir, her kötülük de kendi aleyhine"
(KK: 2/286); “siz de yalnız kendi yükümlülüklerinizden
sorumlu tutulacaksınız” (KK: 24/54); “ve bu [vahiy] şüphesiz
senin ve halkın için bir şeref ve itibar [kaynağı]
olacaktır: ama zamanı gelince hepiniz [ona karşı tutumunuzdan
dolayı] hesaba çekileceksiniz” (KK:43/44).
Muhammed Esed bu ayeti yorumlarken şu tespitlerde
bulunuyor. Hesap Günü bütün peygamberlere mecazî
olarak toplumlarından nasıl bir karşılık gördükleri
sorulacaktır ve onlara tâbi olduklarını itiraf edenler,
kendilerine tebliğ edilen vahyi manevî ve sosyal planda
esas almalarından -veya almamalarından- dolayı
hesaba çekileceklerdir: ve böylece Muhammed'in izleyicilerine
vaat edilen, onların sadece inandıklarını bildirmelerine
değil, fiilî davranışlarına bağlı olacaktır.'
(Muhammed Esed Kuran Mesajı, Meal-Tefsir, İşaret Yayınları, s. 1176,
İstanbul 2009)
Akıl ve aklı kullanma meselesi, insanoğlunun var
edilmesiyle eş zamanlıdır. İnsanlık tarihinden uzaklaşarak
Müslümanların tarihindeki ilk entelektüel
tartışmalara baktığımızda ilginç tartışmalarla karşılaşırız.
İlk dönem tartışmalarının önemli bir kısmı
Arap cahiliye örfü ile vahiy çatışmasından kaynaklanır.
Peygamberin vefatının hemen ardından başlayan
hilafet tartışması önemli bir diğer mesele olarak
karşımıza çıkar. Ömer Dönemi, adalet-ahlak ilişki ve
dengesinin en belirgin olduğu dönemdir. İktidar-güç
ve sermaye ilişkilerine devlet eliyle bu dönemde müdahale
edilir.
II
Aydınlanma ile dünyayı esir alan retçi-seküler-laik-
ateist… fikirlere teslim olmuş ulus devletlerin jakoben
ve rafine tüm uygulama ve yöntemlerine rağmen
Müslüman insan ile din, inanç, ibadet, hayat ilişkisini
kesememiş, caminin dışına çıkaramamış; Batı adamını
bile zihni tasavvurları bakımından kiliseden uzaklaştıramamıştır.
Din, en zayıf inanç sahiplerinde bile
doğum, sünnet, evlilik, ölüm… gibi sosyo-siyasal hayattan
dışlanamamıştır. İnsanın uzun süre dinsiz kalamadığı,
inançsız yaşayamadığı tarihi, sosyolojik ve
psikolojik bir gerçeklikken bu gerçekliğe aklını ve gözünü
kapatan anlayışlar uzun ömürlü olamamışlardır.
Kendilerini inanç sistemlerine ve geleneklere bağlı
olarak ifade etmeyi modernliklerine yakıştıramayanlar
bile sosyal hayatta dinin görünür ritüellerinden ve
etkisinden kaçamıyorlar. Bu tespit sağcılık-muhafazakârlık,
üst yapı kurumu, emekçi sınıf, solculuk-modernlik-
popüler yaşama biçimi tercihlerinde bulunan
toplumun tüm kesimleriyle ilgilidir ve hiçbir birey,
dünyanın hiçbir yerinde inanç sistemlerine sırtını dönemiyor,
dönemeyecektir de.
Peygamberin irtihalinden sonra başlayan dinin siyasal
gücün kontrolünde kullanılması geleneği, şekil
değiştirerek devam ettiriliyor. Çağcıl bir ifade ile iktidarlar
dinî değerleri ve argümanları din- darlaştırarak
kullanıyor. İyi niyetli bir eylem ve takva gibi görünse
de din-darlık, dini aşındırmaktadır. Müslümanlar, yeniden
ahlakî bir yapı inşa ederken geleneğe yaslanan
dindarlığı ve dindar çevreleri kültürel bir gerçeklik
olarak kabul edip iş ve eylem kararlarında onlara mesafeli
durmak zorundadır.
Müslümanların, dindarlarla aralarına mesafe koyma
önerisi üzerine yeniden düşünmek zorundayız.
Laubali gösteriş ve gösteriye dönüştürülen din-darlık
saygınlığını yitirmekte ve “kaç bu Müslümanlardan
sığın İslam’a” söyleyişi günümüzde daha bir anlam
kuşanmaktadır.
Yasal-haram-helal kavramlarının muhtevasını dikkate
almayan yöneticiler, Spor Toto gelirlerinin bir
kısmını İlahiyat Fakülteleri ve İmam Hatip Okullarının
inşaat ve diğer hizmetlerinde kullanarak Batı'nın
kumar mekanizmalarını meşrulaştırmaktadır. Yasal
ancak helal olduğu şüpheli gelirle dinî kurumları destekleme
görüntüsü vermek ne işi meşrulaştırır ne de
bulaşan/bulaştırılan kiri temizler. Yasal ancak haram
kazançla iyilik yapmak, hayır işlerine destek vermek
insanlarda doğal ve olumlu bir kabul mekanizması
geliştirir. Eylemin ürettiği sonuç da hakikate-doğruya-
ilkeler manzumesine zarar veriyor. Gençliğimizde
minaresi Lions Kulüpleri tarafından yaptırılan camilerde
namaz kılmadığımızı hatırlayınca, zihin dünyamızın
nasıl bir devşirilmeye tabi tutulduğu net bir
biçimde ortaya çıkıyor. Muhafazakâr-dindarlar Müslüman
ahlakından ne kadar uzaklaştıklarını durup
biraz düşünmek zorundadır. Eşitler arasında diyalog
imkanlarını yitirdiklerinin ve istişare mekanizmasının
yok edildiğinin farkına varmalıdırlar. Cemaat olarak
isimlendirilen dindarlık kurumları/çevreleri, kendilerinin
iktidar ve saltanatları için dini araçsallaştırarak
İslam’ı, imanı, namazı… hafife aldıklarını, yaptıkları
ibadetlerin sadece bir gösteriye dönüştüğünü ve amel
olarak tarif edilen ahlakî değerden yoksun olduğunu
idrak etmek durumundalar. Dindarlar görünürlüğü
öne çıkaran bir anlayış benimseyerek devlet kaynaklarını
kontrol etmekte, kamu bürokrasisine sızmakta
ve gücü küçük bir çevre için kullanmaktadır. Bu durum
ahlak ve adalet dengesini bozduğundan halk ile
hükümet arasındaki dayanışma ve güven ilişkisini de
tahrif etmektedir.
Türkiye’de ciddi bir ahlakîlik sorunuyla karşı karşıyayız.
Liyakat-ehliyet-ahlak kavramlarının anlam
alanlarının içini boşalttık. İçinde yaşadığımız şartları,
kişisel tarih ve tecrübelerimizi dikkate alarak
sosyo-siyasal ve kültürel hayatımızın herhangi bir
kesitine bakarak hatırladığımızda hoşumuza gitmeyen
sonuçlarla karşılaşırız. Kur’an’ın ahlâka dair yaptığı
hatırlatmalara ve Hz. Muhammed’in (as) hayat
pratiğine rağmen günümüz din-dar toplumlarında
görülen ahlakî yozlaşmanın sebepleri konusunda yeniden
düşünmeliyiz. “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak
üzere gönderildim!” diyen Nebi’ye (as) ümmet olma
iddiasındaki din-dar/muhafazakâr toplum, mesajın
gerektirdiği erdemli duruş, duyuş ve hissediş hassasını
kaybetti. Yarın neye nispetle hatırlanacağını ve
anlatılacağını umursamaz durumda. Müslümanlar
yaşadıkları toplumlarda iyiliği çoğaltacak bir gayretin
içinde olmalılar; aksi halde Allah'ın arzı, sizin kötülük
diyarını terk etmenize yetecek kadar geniş değil
miydi? (Kuran: 4/97) uyarısını uygulama zorunluluğuyla
yüzleşir.
“Ahlâklı-ahlâksız”; “iyilik-kötülük”; “hayırlı-hayırsız”;
“vefalı-vefasız”… kavramları etrafında yeniden
yapılacak analitik yorumlamalarda insanın davranış
ve eylemlerini neye-kime göre kategorize ettiğini,
hangi değerler hiyerarşisine dayandırdığını da anlamaya
çalışmalıyız.
Müslümanların yaslandığı evrensel bir ahlâk yasası
vardı. “Komşusu açken tok yatmaz”, “kardeşini
Allah için sever”di. İnsan sevdiği kişiyi akrabası, karındaşı,
aralarında iş ve menfaat bağı bulunduğu için
değil; Müslüman olduğu için severdi.
Ahlâk ve ahlakîliğin yaratılıştan gelen tabiî-doğal-
fıtri bir boyutu; bir de içine doğulan ve yaşanılan
toplumda sonradan öğrenilen yapay-kültürel bir boyutu
var. Din, insanın fıtrat ve yaratılışının meyyal olduğu
güzel ahlâkı koyduğu prensiplerle yönlendirir, pratikte
de göstererek insanoğlunu besler ve mükemmelleştirir.
Siyasette ve yönetimde bozulan denge nüfusun
neredeyse yarısını devlet karşıtı bir marjinalliğe yöneltti
ve bu kesim sorumluluğunu yerine getirmediği
için toplum, gelişme ve büyüme fonksiyonlarını kaybetti.
Hayatın her alanında büyüme durdu. Tarih boyunca
din adına devleti kontrol etmek isteyen dindarlarla
Müslüman ulema arasında sürekli bir çatışma
vardı ve bu çatışma devam ediyor.
İbn Haldun özetle baskı ve despotça idare edilen
toplumlarda ne dinî ne de sosyal herhangi bir yenilik,
gelişme ve ilerleme kaydedilemez. İnsan iradesinin
özgür olmadığı toplumlar edilgen, korkak, tutucu, katı
ve gerici olurlar. Dindar çevrelerin düşünen ve tefekkür
eden Müslümanlara karşı yürüttükleri karalama,
tekfir, tehdit ve tahfif girişimleri sadece bir ezber
tekrarıdır!
Akıl sahibi insanı yeniden düşünmeye ve yitirdiği
“Yoldaki İşaretleri”ni yeniden aramaya çağırıyoruz.